HÜDA PAR Genel İdare Kurulu Üyesi Serkan Ramanlı, devlet toplumdaki zenginliğe orantılı olarak tadilatlar, harcamalar, masraflar yapması ve israftan kaçınması gerektiğini belirtti.
İç gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulunan HÜDA PAR Genel İdare Kurulu üyesi Serkan Ramanlı, kamudaki israfa dikkat çekti.
İsraf konusunda devleti idare edenlerin kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini belirten Ramanlı, harcamaların toplumun refah düzeyine orantılı olarak yapılması gerektiğini vurguladı.
Ramanlı, “Eğer toplumda bir refah, bir zenginlik varsa, bütün topluma yayılmışsa, eğer herkes geleceğine dair ümitler besliyor, çocuğunun geleceğinden endişe etmiyorsa, rızık endişesi yaşamıyorsa, siz de devlet olarak toplumdaki zenginliğe orantılı olarak tadilatlar, harcamalar, masraflar yapabilirsiniz. Ama eğer toplumunuzun büyük bir kesimi sabit bir gelirle yaşamak zorundaysa ve o sabit gelirin, o pastanın büyük bölümünü vergiye vermesi gerekiyorsa, hayat pahalılığı artmışsa, sizin de toplum gibi davranmanız gerekiyor. Eğer hala toplumu refah içinde, zenginlik içinde kendiniz gibi zannedip, olur olmaz masrafları yapmaktan geri durmuyorsanız, bunun hesabını sandıkta vereceksiniz. Hükümetin hem kulun hakkı anlamında hem dünyevi anlamda hem de uhrevi mesuliyet anlamında kendine çekidüzen vermesi gerekiyor.” dedi.
“Devleti idare edenler şatafatlı hayattan ve israftan kaçınmalı”
Devleti idare edenlerin şatafatlı hayattan ve israftan kaçınması gerektiğini vurgulayan Ramanlı, “İnsanlar sıkıntı içinde, hayat pahalılığı almış başını gitmiş, enflasyon oranları ortadayken; toplum şuradan kısayım da geçimimi bir şekilde idare edeyim derdine düşmüşken, sizin hala şatafatla, israfla, gösterişle, birtakım masrafları tırnak içinde söylüyorum, babanızın malıymış gibi harcamaya yetkiniz yoktur. Kendinizi düzeltmeniz gerekiyor. Sayıştayın raporları aslında malumun ilanı niteliğinde. Herkes bunu biliyor, herkes bunu görüyor. Bakın tasarruf tedbirleri adı altında genelge yayınlandı sözde bütün kamu kurumları tasarruf edecekler. Gerçi yansımalarını göremiyoruz da. Orada bile Cumhurbaşkanlığının, meclisin masraflarından kısılmayacağının, yani onların muaf olacağına dair maddeler ekliyorsunuz. Bunları halk görüyor. Eğer siz devleti yönetenler olarak halkın sevincine ortak olmuyor, hüznüne ortak olmuyorsanız, dar gününde onlar gibi değil, geniş gününde onlar gibi değilseniz, kusura bakmayın sizin oralarda daha fazla barınmanız çok mümkün değil.” diye konuştu.
“İyilik yaparken bu vahşetin muhatabı oldular”
6-8 Ekim’de yaşanan vahşette de dikkat çeken Ramanlı, “6-8 Ekim demek Yasin Börü demek. Yasin Börü ve arkadaşları 7 Ekim 2014 yılında vahşice katledildiler. Tarihte benzerine az rastlanır bir vahşetle katledildiler. Masumdular, iyilik hareketinin birer ferdiydiler. İyilik yaparken bu vahşetin muhatabı oldular. Bize bir dersi daha vermiş oldular. O da Üstad Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle; ‘Küfür devam eder ama zulüm devam etmez. Zalimler için yaşasın cehennem.’ diyoruz.” ifadesini kullandı.
“Yeni bir anayasa için herkesin görüşü alınmalı”
Yeni anayasa tartışmalarına da değinen Ramanlı, şunları kaydetti:
“Önce toplumsal bir mutabakatın sağlanması lazım. O mutabakattan önce de herkes için samimiyet şart. Bu konuda samimi olmak zorundasınız. Eğer siz darbecilerin ürünü olan 1982 anayasasının değiştirilmesini istiyorsanız, bu topluma yeni, yerli ve adil bir anayasa yaraşır diyorsanız, o halde öncelikle samimi olacaksınız. Sırf gündem değiştirmek için sırf belli başlı dezavantajlı konuları unutturmak için yeni anayasa konusu gündeme gelmesin. Yeni anayasa konusu esaslı, başlı başına acil bir gündemdir. Zira bugün önünüzde duran gündeme dair soracağınız soruların da neredeyse tamamının kaynağı mevcut anayasadır. Bu anayasa değişmeden, biz bu sorunları mütemadiyen konuşmaya, güncelleştirmeye, pansuman tedaviler önermeye devam edeceğiz. Yeni anayasanın değişmesi lazım. Herkesin kendine göre bir anayasa tahayyülü var. Herkes kendine göre bir anayasa istiyor. Bugün geldiğimiz noktada gerek meclis içerisindeki partilerden gerek meclis dışındaki partilerden, sivil toplum örgütlerinden, kanaat önderlerinden yeni anayasa için bir sözüm var diyecek herkesten görüşünün sorulması lazım. Ama bunun için öncelikle ortaya bir masanın konulması gerekiyor. Eğer siz bir platform oluşturmayacaksanız, bir masa oluşturmayacaksanız, herkes oturduğu yerden konuşur ama kimsenin diğerine sözü geçmez. Söylediğin sözü onun kulağına ulaştıramazsın. Herkes sadece konuşur kimse dinlemez. Bizim murat ettiğimiz şey herkesin heybesinde ne varsa masaya getirsin. Bunlar enine boyuna tartışılsın ve uzlaşılan bir metin bu ülkeye armağan edilsin. Kimsenin kırmızı çizgisi var diye de bu masadan ayrılma hakkı olmasın.”
“Kürd meselesinin çözümü kimliğin tanınması, dilin önündeki engellerin kaldırılmasıdır”
“Herkes hesabını seçimlere göre yapıyorsa, herkes kendi söyleminin sonuçlarına katlanacak demektir.” diyen Ramanlı, bu ülkenin en önemli sorunlarının belki başında Kürt meselesi geldiğini vurguladı.
Ramanlı, “‘Kürd sorunu yoktur, Kürdlerin bir sorunu yoktur’ demekle Kürdlerin yüzyıldan fazladır devam eden sorunları çözülmüş olmuyor. Yani gözünüzü kapamakla gece olmuyor. Güneş orada duruyor. Sizin bu toplumun sorunlarına dair yaklaşımınız elbette bir nebze anlaşılabilir. Milliyetçi Hareket Partisiyle yol yürüyorsunuz. 7-8 sene önce söylediğiniz sözlerin tam tersi istikamette bazı ifadeler kullanabilirsiniz. Aynısını Milliyetçi Hareket Partisi için de söyleyebilirsiniz. O da Sayın Cumhurbaşkanıyla ilgili, AK Partiyle ilgili, dönemin iktidarının icraatlarıyla ilgili söylemlerinin tam dersini geliştirdiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Ama bütün bu yaşanmışlıklarına rağmen, toplumun iliklerine kadar hissettiği bir sorunu görmezden gelmek kafayı kuma gömmektir. Siz kafanızı kuma gömerek gövdenizi saklayamıyorsunuz. Gövde olduğu gibi dışarıda. Bu devletin Kürd vatandaşlarıyla sorunu var. Bu uzun yıllardır da var. Zaman zaman pik yapıyor. Zaman zaman da silikleşiyor uygulamalar anlamında. Bu sorunun temelden çözülmesi lazımdır. Bununda çözümü kimliğin tanınması, dilin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Evet bugün bu ülkede Kürd öğretmen olabiliyor, doktor olabiliyor, avukat olabiliyor, Başbakan olabiliyor, Cumhurbaşkanı olabiliyor. Ama Kürd olarak bunları olamıyor. Sorun burada. Gözden kaçırılan, gösterilmeyen, görülmek istenmeyen sorun bu. Siz Kürdlerin varlığını anayasal olarak tanımak zorundasınız. Türk kardeşinizin diline verdiğiniz ehemmiyeti Kürd kardeşinizin diline de vermek zorundasınız. Bu adaletin gereğidir, bu eşitliğin gereğidir.” dedi.
“Yargıda var olan ciddi sorunlar giderilmeli”
Yargıda ciddi sorunların olduğunun altını çizen Ramanlı, sözlerini şöyle sürdürdü:
“İktidarın meselelere yaklaşımı genel olarak söylüyorum kendi iş yükünü hafifletmek. Evet, yargıda ciddi sorunlar var. Yargının üçte biri ihraç edildi. Hâkimi, savcısı 5 bine yakını ihraç edildi. Yenileri alındı, bunların eğitimleri aksadı. Nitelik sorunu, nicelik sorunu ortaya çıktı. Yargıdaki iş yükü bitirilmesi için de hükümet bir adım attı. Arabuluculuk müessesesi. Yani bir sorunun yargıya, hâkime gitmeden çözülmesi. Yani iş adliyeye gelmesin. Adliyeye iş gelmezse savcı daha az işe bakar. Hâkim daha az dosyayı karara bağlar. Personel sayısının azlığı bir tıkanmaya sebebiyet vermez diye düşünüldü. Sonuç alındı mı? Evet, pek çok alanda sonuç alındı. Peki, bunlar adalete hizmet etti mi? Orası meçhul. Neticede kişilerin kendi özgür iradeleriyle anlaşabilecekleri bir zemin oluşması kötü bir şey değil. Son zamanlarda ne geldi. Eğer kamulaştırmalarda, toplu dosyalarda eğer birileriyle ilgili yargı bir karar vermiş ise o konuda aynı hataya tekrar tekrar düşmeye gerek yok. Benzer dosyaları yargıya taşımadan da vatandaşla olan sorunlarımızı halledelim. Kamulaştırma davası mı var? Yargı bir karar mı vermiş? Tekrar tekrar aynı konuyu yargıya taşıyıp bir sürü yargı külfetine katlanmamıza gerek yok. Bir sürü yargılama giderini kurumun karşılamasına gerek yok. Masraf bir iken üç olmasın. Biz bunları erken çözelim. Ama işlevsizdi. Bunlarla ilgili sulh komisyonu kuralım denildi. Bunlar da amaç yargının yükünü hafifletmek. Kamu kurumlarının yargılama yüzünden katlanmak zorunda oldukları masrafları azaltmak. Yalnız bu işin maddi boyutu. Ama daha can yakıcı bir konu var. Aile müessesemiz çatırdıyor. Türlü türlü müdahalelerle eşler geleceğe birlikte yürüme konusunda ciddi istekli değiller. Çok basit meseleler yüzünden yuvalar yıkılıyor. Bu toplumda aile içi eğitimde ciddi bir zayıflama var. Manevi değerler konusunda ciddi bir boşluk var. Ne milli eğitim ne diyanet bu boşluğu maalesef dolduramıyor. Devlette sulh komisyonlarının ailedeki işler arası sorunları çözecek şekilde ihdas edilmesi gerekir.”
“Mülteci düşmanlığından vazgeçilmeli”
Bize her zaman medeniyet beşiği olarak mütemadiyen öğretilmeye çalışılan Avrupa’da yabancı ve İslam düşmanlığı olduğunun altını çizen Ramanlı, şunları söyledi:
“Avrupa kendi içerisinde vatandaşlarına yönelik bir düzen kurdu. Çaldı, çırptı, getirdi, sömürgeleştirdiği ülkelerin yeraltı yerüstü mallarını yedirdi. Neticede haram malla da olsa bir sistem oluşturdu vatandaşları için. Peki, ya vatandaşları olmayanlar için ne yaptı? İşine yarayanları istihdam etti, ağır işlerde çalıştırdı. Geri kalanlarını tekmelemekten, botunu batırıp, ölüme terk etmekten beter işler yaptı. Kendi inancınızdan, tarihinizden, geleneğinizden koparılmışsanız, varacağınız nokta burası olur. 10 yıldır Suriye’de savaş var. İnsanlar; şehirleri harabeye dönmüş, artık yaşama şansı olmayan bir memleketten Türkiye’nin farklı şehirlerinde yaşamaya çalışıyorlar. Kendi memleketinde sultan olan burada adeta köle oldu. Kendi memleketinde kıymetli olan burada kıymetsiz oldu. Eğitimli olan cahile dönüştü. Suç bu insanlarda mı? Bugün Bolu Belediyesi gibi suya 10 kat zam yapacağım, benim vatandaşım değil, ben onlara buraya gelin demedim, diyen kişi eğer birazcık kendi inancından haberdar olmuş olsa. Kendi tarihinden haberdar olmuş olsa o burun kıvırdığı, zulmedeceğini söylediği kişinin atasının kanı Çanakkale boğazına aktı. İstanbul işgal edilmesin diye. Tarihini de bilmiyorsa birazcık insanlığı kalmışsa zulmetmek hangi vicdana sığar. Bu zihniyet devam ettikçe, bu toplum bu şeklide Avrupa hayranlığı üzerinden şekillenmeye devam edecekse, bugün Avrupa’da hangi sorun varsa bakın 20 sene sonra kapımıza dayanacaktır.”
“Türkiye’nin, başkasının çizdiği rotalar üzerinden yürümesi onu sahili selamete ulaştırmaz”
Türkiye’nin ABD, Rusya ve dış politikasına ilişkin de değerlendirmelerde bulunan Ramanlı, “Türkiye her iki güç karşısında kendini mecbur ve mahkûm görüyor. ABD kaç bin kilometre öteden uzaktan bölgeyi şekillendirmeye çalışan bir ülke. Ama Rusya komşu bir ülke. Rusya’nın bölge üzerindeki etkisi sanıldığı gibi ABD’nin gerisinde değil. Evet, Türkiye uzun süre Rusya etkisinde kalmadı. Amerika etkisinde fazla kaldı. Bundan hareketle 1-2 körfez ülkesi Amerika’nın etkisinde, Rusya’nın etkisi yok zannıyla hareket edildi. Bu yanlış hesapların neticesini Suriye’de gördük. Halk bunun faturasını çekiyor, çekmeye devam ediyor. Biz parti programımızda şunu ifade ettik. Ülke çıkarı uğruna emperyalistlerin ajandalarına uyulmamalıdır diye. Türkiye kendine üçüncü bir yol çizebilir. Halen de çizebilir. Ama bunun yolu içerde fay hatlarını derinleştirerek olmaz. Türkiye’nin düşmanına benzemeye ihtiyacı yok. Başkasının yanlışı üzerinden, başkasının çizdiği rotalar üzerinden yürümesi onu sahili selamete ulaştırmaz. Bunu bir türlü anlatamıyoruz. Ya da anlamak istemiyor. Ama neticede bu toplumda hep birlikte yaşıyoruz. Bunun faturasını hep birlikte bütün toplum ödüyoruz.”
“Paris İklim Anlaşmasında bir bilinmezlik var”
Paris İklim Anlaşmasında bir bilinmezin olduğunu belirten Ramanlı, “Sebebi de aslında uluslararası toplum tarafından gündeme getirilen, devletlerin kendi iç kamuoyu ile tartışmadığı, bunun önünü arkasını, sağını solunu bilmediği, dezavantajlarını sağlıklı bir şekilde tartışmadan gidip imzaladığı daha sonra ulusal çıkar sebebiyle onaylamak zorunda kaldığı anlaşmalardan biri Paris İklim Anlaşması. Evet bütün bilim adamları, çevreciler dünyanın bir felakete sürüklendiğini, dünyanın dengesinin değiştiğini, sanayileşmeyle birlikte fosil atıklarla beraber karbondioksit salınımının fazlalaştığını, metan gazıyla beraber birçok gazın sanayi tesislerindeki üretim yüzünden atmosfere salındığını, bunun sera etkisi oluşturduğunu, bu sera gazının etkisiyle küresel ısınmanın yaşandığını, bunun kutuplardaki buzulların erimesine, kıyı ülkelerinin su altında kaldığına ve benzeri doğal afetlere sebebiyet verdiği gibi bir takım tartışmalar oldu. Devletler de demek bunu ciddiye aldılar ki 1990’ların ilk yarısından itibaren Birleşmiş Milletler, iklim değişikliği çerçeve programı hazırladı ve bütün ülkeler imza koydu. KYOTO Protokolü Amerika, Rusya, Çin, Avrupa Birliğinin çekinceleri vardı. Peki, Türkiye bunun neresinde? Türkiye KYOTO Protokolünün geçerlilik süresi 2020’de bittikten sonra devletler oturuyor ve Paris Anlaşması adı altında bir anlaşma yapıyorlar. Dünya üzerindeki ülkelerin neredeyse tamamı buna imza atıyor. Bazıları taraf oluyor, bazıları olmuyor. Ama Türkiye bir iyi niyet beyanıyla imzalıyor ama onaylamıyor. Aradan 5 sene geçti. Türkiye iç kamuoyunda tartışmadan, toplumun gündemine gelmeden, doğrusu, getirecekleri götürecekleri, yükümlülükleri hiçbir şekilde tartışılmadan davul zurnayla bütün partiler tek bir sesle 1-2 günde kanunu onayladılar. Türkiye artık sözleşmenin bir tarafı haline geldi. Bu sözleşmedeki hükümlülükler sadece Paris Anlaşmasının metninden anlaşılan yükümlülükler değil, o Paris Anlaşması bir sürü ekten, konferanstan bahsediyor. Sözleşmeye taraf ülkeler ileride ne yapacaklar? Ülke tarımıyla, tohumla, hayvancılıkla ilgili ne tür karalar alınacak? Bunların bağlayıcılığı ne olacak? Bunların hiçbiri belli değil. Bu anlaşmanın onaylanmasına evet diyen milletvekillerinin kahir ekseriyetinin Paris Anlaşmasını okuduklarından emin değilim. Evet teknik bir metin, uzun bir metin, çok ciddi atıflar var. Görünürde küresel ısınmanın önüne geçmek, iklim değişikliklerinin, insan faktörünün bozuculuğu üzerinden dengenin değişmesini önüne geçmek herkesin takdir edeceği bir davranış. Yeşili korumak, ormanı artırmak, sanayi tesislerindeki bacaların filtrelenmesi, klima kullanımının, soğutucu kullanımının azaltılması, yenilenebilir enerji, güneş enerjisi bunlara yönelmek herkese cazip gelen fikirler. Bunlara kimsenin hayır diyeceğini sanmıyorum. Evet, ambalaj bu. Ama içerik ne olacak? Bilmiyoruz. Eğer ambalaj buysa neden Türkiye 5 yıl onaylamaktan imtina etti? Bunu mecliste bulunanlardan, hükümet temsilcilerinin ağzından anlıyoruz. Hükümet diyor ki beni gelişmiş ülkeler kategorisine aldılar. Gelişmiş ülkeler bu anlaşma çerçevesinde gelişmekte olan ülkelere yenilenebilir enerjiye geçme konusunda fon oluşturacak. O fona kaynak aktaracaklar. Sadece kendi yükümlüklerini yerine getirmekle kalmayacaklar. Bir de üstüne para verecekler. Türkiye o para verme konusunda çekince koymuş. Daha doğrusu mecliste oylamamış. Peki, o zaman onaylamadı. Şimdi niye onaylıyor. Türkiye diyor ki ihracatımın yüzde 40’tan fazlası Avrupa Birliğiyle. Malları ben onlara ihraç ediyorum. Avrupa’dan gelen sinyal şu şekilde; Paris Anlaşmasını onaylamayan milletlerle ben ticari ilişki geliştirmeyeceğim. Türkiye yarısına yakın ihracat potansiyelinden olmamak adına bu sözleşmeye bugün artık tarafı oluyor.” değerlendirmesinde bulundu.
Hibya Haber Ajansı