Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Önder Aksakal, gerçekleştirdiği haftalık basın toplantısında yaşanan gelişmeleri, ülke ve dünya gündemini değerlendirdi.
Aksakal açıklamasında;
Değerli basın mensupları, saygıdeğer arkadaşlarım,
Her hafta olduğu gibi bugün de, pandemiyle mücadelenin önemine vurgu yaparak sözlerime başlamak istiyorum ve aşısını yaptırmayan yurttaşlarımızın zaman kaybetmeden sağlık merkezlerine gitmeleri için ısrarlı çağrılarımı yineliyorum.
Vaka sayılarındaki artış ve 23 yaş altı vakaların yüzde 40 düzeyinde olduğu bilgisinin paylaşıldığı bir süreçte bu ısrarımızın ne denli haklı olduğu anlaşılacaktır.
Vefat sayıları da 200-250 aralığında devam ediyor ki, önümüzdeki kış mevsiminin olumsuz koşullarında umarım daha kötü sonuçları yaşamak zorunda kalmayız. Bu vesileyle Covid-19 virüsüne yenik düşen insanlarımıza bir kez daha Allah’tan rahmet, tedavisi sürenlere de acil şifalar diliyorum.
Dünyanın dengesi bilim ve teknolojideki baş döndürücü gelişmelerle birlikte bozuluyor.
Depremler, şiddetli yağışlar, sel felaketleri, heyelanlar, yanardağ patlamaları, orman yangınları, buzulların erime hızının artması, daha niceleri…
Küresel ısınma ve beraberinde gelen kuraklık tehlikesi ile iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı olumsuz koşulların bertaraf edilmesine yönelik etkin ve inandırıcı çalışmaların acil koduyla hazırlanması ve uygulamaya konulması mecburiyeti vardır.
Türkiye, Paris Sözleşmesini TBMM’de onaylayarak resmen taraf olmuştur. Bu doğru bir karar, iyi bir gelişmedir.
Küresel ısınmaya neden olan sera gazları, doğrudan kömür, petrol gibi “fosil yakıtlara” dayanmaktadır. Petrol ve nükleer enerji kartellerinin etki alanında bulunan yönetimler teorik olarak bu çalışmalara destek verir gibi görünseler de esasen emperyalist stratejileri gereği uygulamada maalesef farklı davranmakta, konunun çözümüne dair süreyi uzatacak girişimlerini devam ettirmektedirler.
Türkiye’nin bu konudaki gayretlerinin derecesini önümüzdeki süreçte yaşayarak göreceğiz ancak önceki gün bir Cumhurbaşkanı Kararı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı adına yapılan ilave ile “İklim Değişikliği” ibaresinin getirilmesi, olaya bakış açısındaki sığlığı gözler önüne sermektedir.
Gerçekten hayretle ve şaşkınlıkla gelişmeleri takip ediyoruz. Dikkat edin; bakanlığın adı “Çevre ve Şehircilik”…
Gerek had safhaya çıkmış çevre kirliliğinin, gerek rant alanı haline getirilmiş doğal yaşam alanları katliamının, delik deşik edilen maden sahası, HES inşaatları adı altında yok edilen orman alanlarının, zehir kanalları haline getirilen akarsu yataklarının sorunlarından başını kaldıramayan; planlı yapılaşma anlayışıyla halâ daha barışamamış, çarpık kentleşme sorunlarını kentsel dönüşüm yöntemiyle çözecekken konuyu daha da karmaşık hale getirerek rantsal dönüşüm sistemine evrilten ve bu bataklığın içerisinde çırpınan bir bakanlığa bir de “İklim Değişikliği” konularını yüklerseniz, biz bundan bir tek anlam çıkarabiliriz, “sizin bu taraklarda beziniz yok” deriz.
Hakikaten, Cumhurbaşkanına bu “zihni sinir” projelerini hangi aklıevvel veriyor merak ediyorum. Kendi etrafında oluşan muhtemel “paralel Cumhurbaşkanlığı” yapılanmalarının etki gücünü denetlemesinde sayısız fayda gördüğümü de ifade etmeliyim.
2017 yılında yapılan referandumla gerçekleşen Anayasa değişikliği ile getirdiğiniz hükümet sistemi içerisinde dilediğiniz kadar Bakanlık ihdas edebiliyorken böyle önemli bir konuyu mevcut sorumluluklarını dahi yerine getirmekte zorlanan bir Bakanlık yapısına yüklemenin ne gibi bir anlamı vardır anlamak mümkün değil.
Demek ki bu konuda samimiyetsiz bir yaklaşım söz konusudur, küresel ısınmanın yarattığı olumsuzlukların önlenmesine yönelik bir çabaya rastlayamayacağız ve demek ki aşırı yağışlar sonrasında yaşanan sel felaketleri, heyelanlar, derelerden akan zehirli sular, akarsu ve deniz yataklarındaki müsilajlarla canlıların katliamı devam edecek.
Bu yanlıştan ivedilikle ve yol yakınken dönülmelidir, “Meteoroloji ve İklim Bakanlığı” adı altında yeni bir bakanlık kurulmalıdır.
Yeri gelmişken bir hususu daha kamuoyuyla paylaşmak isterim; üç tarafı denizlerle çevrili, kara parçası içinde bir o kadar göllere sahip bir coğrafyada bugün olmuş halâ daha bir “Denizcilik Bakanlığı”nın kurulmamış olması çok manidardır, dahası çok vahimdir.
Dolayısıyla eş zamanlı olarak bir “Denizcilik Bakanlığı” da mutlaka kurulmalıdır.
Dış dünyadaki gelişmelerin ülkemizin siyasi yapısını ve ekonomisini doğrudan etkilediğini belirterek bazı konularda net duruş sergilemenin önemine de vurgu yapmak isterim.
Bunlardan birincisi bölgesel barışın tesisi konusunda daha radikal girişimlerin artık gündeme getirilmesi gerekmektedir.
İktidar partisi ve kendilerine koşulsuz destek veren ittifak partilerinin bugün Amerika Birleşik Devletlerinin politikalarına karşı ortaya koydukları söylemlerini memnuniyetle izlediğimizi ifade etmeliyim.
Zira, biz kendimizi bildik bileli ABD emperyalizmine karşı mücadelenin içinde yer almış siyasetçiler olarak geçmişte bu yüzden “Komünistler Moskova’ya!” diyerek aynı kesimlerce saldırılara maruz kalmışken, bugün iktidar ittifakı sözcülerinin bizim çizgimizde söylem geliştirmesini hem takdir ediyor, ama aynı zamanda kuşkuyla izliyoruz.
Ortada bir tutarsızlığın varlığı konusu yadsınamaz.
Amerika’ya sözde “kafa tutan” söylemlerde bulunup ardından gaspedilen F35 uçaklarının akıbetinin, mevcut F16’ların bakımı ve güncellemelerini “yetkili servis hizmeti” karşılığında ödeşmeye indirgeyen çapsız, edilgen ve teslimiyetçi politik çizgiye getirilmesini içimize sindiremiyoruz.
Bu yaklaşım hakikaten düpedüz tutarsızlıktır!
Türkiye Cumhuriyeti devleti müsemleke değildir!
Hem her gün ciğerimizi yakan şehit haberleriyle kahrolacağız, hem onların ABD himayesinde ve desteğinde faaliyet gösteren PKK, PYD terör örgütlerince katlediklerini haykıracağız, hem de Amerika ile sözde müttefikmişiz gibi ticari ilişki kurma taktiğiyle “batık paramızı” kurtarmaya çalışacağız.
Bu diplomatik onursuzluktur ve asla kabul edilemez.
ABD ile ilişkilerimiz derhal masaya yatırılmalı, yeniden gözden geçirilmeli ve bölgemizdeki varlığı ile tehlikeye düşürdükleri üniter yapımızı, tehdit ettikleri toplumsal birliğimizi korumak adına karşı stratejiler etkili bir şekilde uygulamaya konulmalıdır.
Kadim Türk devleti ve asil Türk milleti tarihsel geçmişinde buna benzer birçok olayla karşılaşmıştır ve her birini dirayetli, kararlı duruşuyla bertaraf etmeyi bilmiştir.
Bu husustaki girişimlere güneyimizdeki terör koridoru oluşumuna verdikleri desteği ortadan kaldırmak üzere ABD’nin Türkiye’deki üslerinin kullanıma kapatılması ile başlanmalıdır.
Ardından, bir “sığınmacı istilası” altına sokulan ülke olarak, ABD başta olmak üzere uluslararası hukuku hiçe sayan AB ülkelerine karşı aynı anlayışla davranarak bu sığınmacıları istekleri halinde üçüncü ülkelere, aksi halde geldikleri yere gönderme süreci başlatılmalıdır.
Evet, buralarda bir insanlık dramı yaşanmaktadır ancak bu dramı ortadan kaldırmak üzere sadece Türkiye’nin sorumlu olduğunu ortaya koyan beşeri veya ilahi bir hükme de bugüne kadar rastlamadığımızın bilinmesi sağlanmalıdır.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın önceki gün Kabine Toplantısı sonrasında yaptığı açıklamalarda ortaya koyduğu “Suriye’den ülkemize yönelik terör saldırılarına kaynağı mahiyetindeki kimi yerler konusunda artık tahammülümüz kalmamıştır. Buralardan kaynaklanan tehditleri ya orada etkin olan güçlerle birlikte (?) ya da kendi imkânlarımızla bertaraf etmekte kararlıyız” görüşü ile, Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Son yapılan saldırılarda Rusya’nın da ABD’nin de sorumluluğu var. Çünkü sözlerinde durmadılar. Şimdi bunlar sözlerinde durmadığına göre, bu teröristler burada olduğuna göre ve saldırılarını artırdığına göre bizim de yapmamız gereken, kendi göbeğimizi kendimiz kesmektir. Biz de gerekeni yapacağız” şeklindeki sözleri hem birbiriyle çelişkili, hem de gerçekçi ve inandırıcı olmaktan uzak bir yaklaşımdır.
Böyle önemli bir konuda Cumhurbaşkanı ile Dışişleri Bakanı farklı farklı açıklamalar yapmamalıdır.
Zira bir taraftan bu teröristleri ABD’nin koruyup kolladığını, silah ve mühimmat desteği verdiğini söyleyip diğer taraftan “orada etkin olan güçlerle birlikte” bu sorunu çözeceğinizi iddia ediyorsanız ilk önce oradaki etkin gücün kimliğini ortaya koymak zorundasınız.
Kimdir bu etkin güç? Amerika mı, Rusya mı, Suriye mi?
Öyle “bir gece ansızın gelebiliriz” söylemleriyle netice alınamamış olduğunu, bugünkü rahatsızlığınız ve “artık sabrımız kalmadı” şeklindeki yaklaşımınız teyit etmektedir.
Her zaman dile getirdiğimiz gibi dış politikadaki strateji ve politikalar kararlı duruş gerektirir.
Bunu sergilemek zorundasınız.
Aksi halde 20 yıl önce Allah’a şükrederek övündüğünüz ve bu coğrafyadaki 22 ülkenin sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen Büyük Ortadoğu Projesinin Eş Başkanlığı görevinden henüz vazgeçmediğiniz anlamı çıkar ki, bu da başlı başına bir çelişkinin işareti olacaktır.
İkinci olarak; Kıbrıs Türk Devleti’nin tanınması konusunda samimiyet sınavı tarihi ilân edilmelidir. Sınavdan başarıyla geçen ülkelerle diplomatik ilişkiler daha da güçlendirilmeli, sınavdan “orta ya da zayıf” not alanlarla standart ilişki düzenine geçilmelidir.
Tabii bugün itibariyle KKTC’de yaşanan hükümet krizinin de köklü bir çözüme kavuşturulması için içerikli bir stratejiye ve çalışmaya da ihtiyaç vardır.
Başbakan Ersan Saner’in diğer parti liderleriyle de görüşerek hemfikir olduğu Şubat/2022 tarihinde bir Erken Seçim yapılması konusu olası sonuçları itibariyle Türkiye için büyük önem arz etmektedir.
Seçimler sonrasında ulusal duruşu güçlü, Türkiye ile ilişkilerinde samimi her şeyden önemlisi mevcut Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’la “uyumlu çalışabilecek” bir hükümetin oluşmasına katkı verilmelidir.
Bu hususta oluşacak bir zafiyet, telafisi zor sonuçları beraberinde getirecektir.
Dış politikadaki kararlarımız kapsamında örneğin Türkiye, demokratik, lâik evrensel ilkelerle sorunlu olduğu aşikâr ve sadece yönetim kademeleri değil aynı zamanda rejimi de değişen Afganistan ile ilişkilerini belirli bir müddet “rölantiye” almalıdır.
Taliban örgütünün denetiminde olan Afganistan henüz uluslararası kriterlere haiz bir yönetim yapısı ortaya çıkaramadığı gibi, çıkaracağına ilişkin inandırıcı ve tatminkâr girişimlerden de uzak durmaktadır.
Ekonomide süren kontrolsüzlüğün maalesef devam eğiliminde olduğu görülüyor. Özellikle dövizdeki yükselişin sürmesi bunun bir anlamda da “istikrarlı (!)” bir süreç izlemesi, kış aylarının yaklaşmasıyla birlikte doğalgaz ve akaryakıt fiyatlarında beklenilen olası artışların özellikle dar gelirli kesimlere büyük mağduriyetler yaşatacağı anlaşılıyor.
Ekonomideki kontrolsüzlük doğal olarak beraberinde bir güven problemini getirmekle kalmıyor aynı zamanda vatandaşın yeni yöntemler geliştirilmesini de tetikliyor.
Bu güven zafiyetidir ki ekonominin üst düzey yöneticilerinin bile sorumluluktan kaçınma reflekslerini harekete geçirmiştir.
Dün yaşanan Merkez Bankası Başkan Yardımcılarından ikisinin ve bir Para Politikaları Kurulu Üyesinin görevlerinden alınması olayı basit bir atama değildir, bu tasarrufun altındaki gerçekler kısa sürede gün yüzüne çıkacaktır.
Ülkenin bunca sorunu varken, gündemin önemli konularının tartışılması, sorunların masaya yatırılıp çözümü yönünde çalışmaların, görüş alışverişlerinin yoğunlaştırılması gerekirken maalesef bilinçli bir şekilde üretilen sunî gündemlerle toplumun dikkati dağıtılıyor.
Şimdi de bir “Siyasi cinayetler” meselesi ortaya atıldı ki hakikaten toplumu ürpertecek bir içerik arz ediyor.
Türkiye’ye dışarıdan bakan bir göz, ülkenin ne denli güvensiz bir konuma geldiğini düşünebilir, siyasetçisinin, gazetecisinin yaşam güvencesini bile sağlamaktan aciz olduğunu değerlendirebilir, bu ülkede bırakın yatırım yapmayı turist olarak bulunmayı bile aklından çıkarabilir.
Bu bir sorumsuzluk örneğidir.
Bu biçim açıklamalar ne iktidar sözcülerince, ne de muhalefet sözcülerince dile getirilecek, yakışır nitelikte sözler değildir.
Kendisi dahi kendini “makbul adam” olarak görmeyen kaçak bir organize suç örgütü elebaşının iddialarını dayanak yapıp toplumu germenin kimseye bir yararı olmaz.
Kaldı ki hakikaten bu konuda ciddiye alınacak düzeyde bir bilgi edinilmişse derhal adli süreç başlatılmalıdır, eldeki tüm veriler başta Cumhuriyet Savcılıkları olmak üzere güvenlik birimleri ile paylaşılmalı, olası tehdit nereden ve kimden gelirse gelsin tespit ve teşhir edilmelidir.
İktidarın yanlışlarıyla mücadele etmenin öncelikli yöntemi ancak toplumsal huzurun ve güvenin güçlendirilmesi ile mümkün olur.
Yoksa bu türden kaynağı konusunda emin olunmayan iddialar ortaya atarak mevcut iktidarın “yanlışlarıyla mücadele” inandırıcılıktan uzak olacaktır.” ifadelerini kullandı.
Hibya Haber Ajansı