Kamusal alanların sessiz istilası karşısında duyarsız mıyız?
Şehirlerin gerçek yüzü kaldırımlarında, parklarında, sokak aralarında gizlidir.
Bu alanlar yalnızca geçiş güzergâhı değil, toplumsal eşitliğin, huzurun ve birlikte yaşamanın alanıdır. Ancak bu alanların bir kısmı, çay ocakları, kahvehaneler ve esnaflar tarafından dolap, masa, tabure ve sandalye ile işgal ediliyor.
10-15 metrekarelik dükkânların önüne atılan dolap, masa ve sandalyelerle birlikte, kaldırımlar adeta özel işletme alanlarına dönüşüyor. Üstelik bu işgal, sadece fiziksel bir daralma yaratmıyor; kadınları, aileleri ve bireyleri rahatsız eden bakışların altında psikolojik bir baskı ortamı da oluşturuyor.
Bu sorun, özellikle küçük, turizm şehri olmayan ve muhafazakâr yapının ağır bastığı Siirt’imizde daha rahatsız edici hale geliyor. İnsanlar zaten nefes alacak alan bulmakta zorlanırken, bir de bu tür keyfi işgallerle karşılaştıklarında kamusal alanlarda güvenli ve özgürce dolaşma hakları ellerinden alınmış oluyor.
Kadınların ve ailelerin kaldırımlarda huzursuz hissetmesi, bir şehre dair en ciddi sosyal kırılmalardan biridir.
Aslında Belediye Başkanları bu durumu görmezden gelmiyor. Zabıta ekipleri ara ara denetim yapıyor, uyarıyor, masa-sandalyeleri kaldırıyor. Ama sonuç değişmiyor: Birkaç gün sonra her şey kaldığı yerden devam ediyor. Ancak çoğu zaman esnaf, “müşteri istiyor, hava sıcak içeride oturulmuyor, bunun için mi size oy verdik, bu kültürdür” savunmasıyla bu düzene ses çıkartılmamasını istiyor, siyasetçilere baskı yapıyor.
Oysa mesele esnaf talebi ve müşteri memnuniyetinden öte, kamusal hakkın gaspıdır.
Bu noktada en etkili çözüm bence: daha önce hiç denenmemiş olan işgal harcı uygulamasıdır. 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’na göre, kamusal alanların izinsiz kullanımı halinde belediye tarafından işgal harcı kesilebilir. Bu harç günlük ya da aylık olarak metrekare üzerinden hesaplanır ve gerektiğinde artırılabilir. Esnaf, bu maliyeti müşteriye yansıttığında, ekonomik baskı doğal bir caydırıcılık yaratacaktır. Bir süre sonra bu alışkanlıktan mecburen vazgeçilecektir.
Fakat burada yalnızca esnaf değil, esnafın müdavimleri de sorumludur. Çünkü bir çay ocağının önüne atılan tabureye oturan herkes, o işgali meşrulaştırmış olur. Eğer halk, özellikle müdavimler, “Abi burası kaldırım, insan geçemiyor” diyebilirse, bu alışkanlıklar kendiliğinden törpülenir, bu düzen kendiliğinden değişebilir. Kimi zaman sosyal uyarı, idari cezadan daha etkilidir. Mesele sadece masa koymak değil, o masaya oturmayı reddetmektir.
Bir işyerinin, kaldırımı masa-sandalye ile işgal etmesi salt bir “görüntü kirliliği” değil, hukuken cezai müeyyide gerektiren bir kamusal hakkın ihlalidir. Üstelik bu sadece belediye zabıtasının değil, tüm yurttaşların şikâyet hakkı olduğu bir konudur.
Hukuki açıdan da durum nettir. Kamusal alanlar, bireylerin özel kullanımına açık, ticari alanlar değildir. 5393 sayılı Belediye Kanunu, 5326 sayılı Kabahatler Kanunu ve 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu kamusal alanın bireylerce işgal edilmesini açıkça yasaklar. Hukuka göre kaldırımda yürümek, bir lütuf değil, devletin güvence altına aldığı anayasal bir haktır. Dileyen her vatandaş bu tür işgalleri şikâyet edebilir. Çünkü kamusal alanın gaspı, tüm vatandaşların hakkına tecavüzdür.
Bu hakkı engellemek sadece estetik bir bozulma değil, hukuki bir ihlaldir.
İşin ahlaki yönü de göz ardı edilmemelidir. Yolda yürüyene eziyete dönüşen bu durum kul hakkıdır. Sadece malı değil, bir insanın huzurunu çalmak da ahlaken sorumluluktur. Yolda yürüyene eziyet etmek kötülüktür. Eziyeti destekleyen de sorumludur. Yolu tıkayan, bakışıyla rahatsız eden, sessizce yapılan kötülüğün ortağıdır.
Şehir hepimizindir. Kaldırımlar da öyle. Bir şehirde yürümek sadece fiziksel değil, sosyal ve duygusal bir özgürlüktür. Ve bu özgürlüğü korumak, yalnız belediyenin değil; hepimizin hakkını ilgilendiren bir şehir ahlakı ve adalet meselesidir, görevidir. Şehirlerin kaldırımları, meydanları, parkları; çay ocaklarının müşteri konforuna değil, her vatandaşın eşit kullanım hakkına aittir.
“Kaldırımlar Hepimizin”
SON SÖZ : Kaldırım işgali hem hukuki hem de ahlaki bir kriz yaratmaktadır. Bu konuda geniş kitlelerin görüşlerin sürece dahil edilerek kültürel dönüşüme katkı sağlaması gerekir. Yerel ve ulusal basın susmamalı, sahaya inmeli. Basın STK liderlerine, hukukçulara, baro başkanlarına, kanaat önderlerine, din adamlarına, mimarlara şehir plancılarına, vs mikrofonu yönelterek “Siz ne düşünüyorsunuz?” diye sormalı…