Röportaj: Mehmet Nuri Yardım
Gazeteci yazar Hamit Can, genç yaşta aramızdan ayrılan iyi bir edip ve gönül insanıydı. Diriliş Nesli’nin mütevazı neferlerinden birisiydi. Çalıştığı gazetede önemi yazılara imza atıyordu. Kurucusu olduğum Sanatalemi.net sitesinde hatıralarından oluşan “Derbesiye Günleri”ni yayımladığımızda okuyuculardan büyük ilgi çekmişti. Sonra bu hatıralar aynı isimle Erguvan Yayınevi tarafından neşredildi. Derbesiye Günleri hakkında sitedeki köşemde uzun bir yazı yazmıştım. Fakat o yazıda da belirttiğim gibi farklı bilgileri bizzat yazarımızdan edinmek istemiş ve bu mülakatı gerçekleştirmiştim. Can, sorularıma cevap verirken hem kendi hayatından kesitleri aktarıyor, hem de büyük yankılar uyandıran Derbesiye Günleri hakkındaki duygu ve düşüncelerini özlü biçimde seslendiriyordu. Bu konuşmanın Anadolu’da bereketlenen hakiki ve halis edebiyatın zenginleşmesi ve yaygınlaşması adına ciddi katkılar sağlayacağına inanıyorum. Çünkü merhum Hamit Can, bize bir hazine gibi duran ama bugüne hakkıyla işlenmemiş, sadece kabuğuyla ilgilenilmiş Anadolu kültürünü ve edebiyatını işaret ediyor, bu hazineyi herkese müjdeliyordu. İşte yıllar önce yapılan o konuşma. Okuyalım, öğrenelim.
Derbesiye Günleri kitabınız ilkin sanatalemi.net’te müstakil, ama birbirini takip eden yazılar hâlinde yayımlandı ve çok ilgi gördü. Çocukluk ve gençlik hatıralarınızdan meydana gelen bu yazıların doğuş fikrini anlatır mısınız? Ne zaman ve hangi ortamda doğdular?
Evet, “Derbesiye Günleri’“ bölümler hâlinde sanatalemi.net’te yayımlandı ve yayımlanmaya devam ediyor. Derbesiye’yi yazma fikrinin nasıl doğduğunu soruyorsunuz. Buna cevap vermesem olmaz mı? Çünkü söyleyeceklerim kimilerine mübalağa gibi gelebilir. Şöyle ki, çevremde yaşanan olayları, tanıdığım kişileri ve gördüğüm mekânları dikkatle izler, onları unutmamak için notlar karalar ve tekrar tekrar gözümde canlandırırdım. Bol bol hayaller kurardım. Bu hayaller, mahallemizle, çarşımızla, köyümüzle ve nahiyemizle ilgili olurdu. Derbesiye’de yeni okulların açılmasını, çarşıda içi kitap dolu iki katlı, büyük bir kütüphanenin kurulmasını, sel baskınlarına karşı yüksek duvarların yapılmasını ve Suriye ile aramızdaki sınırların kaldırılmasını ve oralara gidip gezmeyi ve daha başka şeyleri hayal ederdim. Aradan yıllar geçti. İstanbul’a yerleştim. Derbesiye aralıklarla içimi yoklamaya devam etti, durdu. 1980’li yılların sonundan itibaren, düzenli olmasa da notlar almaya başladım. Daha doğrusu karaladım. Beş defter kadar… Fırsat buldukça bu notları gözden geçirdim. Nihayet 1999’da Derbesiye’yi konu alan bir kitap yazmaya karar verdim. Kitabı, önceleri hikâye veya roman şeklinde tasarladım. Sonra “anlatı’“nın en uygun tür olabileceğini düşündüm. Özetle söylemem gerekirse, rahatlıkla diyebilirim ki, Derbesiye’yi yazma fikri orada yaşadığım yıllarda doğdu ve zamanla olgunlaştı ve mevsimi geldiğinde de, yenecek kıvama gelmiş meyveler gibi devşirildi.
Geçmişe dönüp baktığınızda ve maziyi hatırladığınızda, ilk olarak hangi duygulara kapıldınız?
Tabii, acısıyla-tatlısıyla bir çok olay… Derbesiye’den taşındığımız gün mesela. İçime müthiş bir sıkıntı çökmüştü. Arkadaşlarımdan, komşularımdan, dostlarımdan ayrılıp gidiyordum. Bu, çok hüzün vericiydi. Hayatı tanımaya başladığım Derbesiye’yi içime gömüp başka bir yere göçüyordum. Gerçi yeni taşındığımız yer (Mardin İstasyonu) yirmi-yirmibeş kilometre uzaktaydı. Ama gözüme çok yabancı bir yer gibi gelmişti. Kelimenin tam anlamıyla “gurbet’“ gibi… Mazi, birçok kişiye göründüğü şekliyle bana da hep toz-pembe, cıvıl cıvıl, hayat dolu görünmüştür. Rüya içinde rüyaların yaşandığı, saf, tertemiz, berrak günler… Ama size bir şey diyeyim mi; bu güzellikleri sanki gelecekte mutlaka yaşayacakmışım gibi bir his var içimde. Bazılarına bu saçma gelebilir. Ama doğrusunu isterseniz, ben buna böyle inanıyorum. Ve istesem de bu inancımdan vazgeçemiyorum. Âdeta, ileride yine her şey süt-liman olacak, kaybettiğimiz dostlarımıza, sevdiklerimize yeniden kavuşacağız…
Bu yazıların ve dolayısıyla kitabın bu kadar ilgi çekeceğini tahmin etmiş miydiniz?
Bu yazıların bu kadar ilgiyle karşılanacaklarını doğrusu tahmin etmemiştim. Yayınlanmaya başladıklarında, elektrik akımıyla dört bir yana yayıldılar. Herkes Derbesiye’yi konuşur oldu. Bu ilgi, kitap yayınlandıktan sonra daha da arttı. Tabii buna karşılık, şükrediyorum. Çünkü bu gerçekten Allah’ın bir lütfudur.
Siz, uzun zamandır gazete ve dergilerde imzası bilinen, okunan bir kültür adamısınız. Sanıyorum, bugüne kadar erişemediğiniz çok farklı bir okuyucu kitlesi ile buluştunuz: Derbesiyeliler… Onların diğer okuyuculardan bariz farkları nelerdir?
Okuyucu tipleri farklıdır. Kimi eğlenmek ve oyalanmak için okur. Kimi belli bir hedef belirler ve ilgi duyduğu alanlarda derinleşmeyi gerekli görerek okur. Kimi okuma zevkine sahiptir, bu konuda titizdir, kimi ne bulursa okur. Bu, ülke genelinde böyledir. Sadece Derbesiye’de değil. Derbesiye’de de okuma zevki gelişmiş “idealist okuyucu’“lar var elbette. Hatta yazılara gelen yorumlardan da bakarsanız anlarsınız; potansiyel yazarlar bile var. Örnek olarak birkaç isim sayayım: Şükrü Özgür, Ziya Badur, Necmettin Gülşahin ve Gani Evis… Söz buraya gelmişken çocukluk arkadaşlarımdan çok değerli İzzet Gül’ü de anmak istiyorum. Derbesiye Günleri kitabının kapağındaki resim İzzet Bey’e ait. Usta bir ressamdır bu kıymetli dostumuz. Derbesiyeli okuyucuları, diğer yazılarımın okuyucularından farklı kılan özellikleri şöyle anlatayım: Derbesiye, konu itibariyle özel bir çalışma olduğundan oralı olanların hepsini ilgilendiriyor. Yediden yetmişe herkes birbirine haber veriyor ve okuyor. Çünkü yazılarda sözü edilen kişilerin çoğu hâlâ hayatta. Okuyucular, yazılarda ya doğrudan doğruya kendilerini görüyor, ya annesini, babasını, amcasını, dayısını, komşusunu… Anlattığım olayları çoğu okuyucular birebir yaşamış, duymuş, görmüş… Bu açıdan bakıldığında okuma-yazması olan herkes Derbesiye Günleri’ne ilgi gösteriyor. Dahası samimiyetle sahipleniyor.
Zannediyorum Derbesiyelilerin ilk etapta kültür-sanatla yakın bir teşrik-i mesaileri olmamış. Ama herhalde sizin de köprü oluşunuzla belki de kitaba, kültüre, sanata ve medeniyete ilişkin bazı kaygılar taşımaya başladılar. Bunu bilerek mi yaptınız, sadece hemşehrilik duygularıyla yetinen geniş bir kesimi kültürel bir ortama taşımak mı istediniz?
Derbesiye, demin de belirttim özel bir konu. Ama sadece nostaljik olsun diye yazmıyorum. Edebiyat dünyasına sesleniyorum. Diyorum ki: Öncelikle kim olduğumuzu bilelim. Biz, İslam medeniyetine aidiz. Tarihimizi, kültürümüzü oluşturan unsurları yakından tanıyalım. Kendi sorunlarımıza yabancılar gibi değil, bu topraklarda yaşamış, her alanda eserler ortaya koymuş insanlar olarak bakalım. Evrenselliğin yolu yerliliği doğru tanımaktan ve bilmekten geçer. Yerli hikâyemiz, romanımız, filmimiz, müziğimiz, resmimiz, diğer sanatlarımız ve bilimlerimiz olmalı. Kendi insanımıza oryantalistler gibi bakmamalıyız. Derbesiye Günleri’nde edebiyatın sunduğu tekniklerden yararlanıyorum. Tür olarak “anlatı’“yı tercih ettim. Derbesiyeliler, bu çalışmayı ne kadar benimsiyorlarsa, orayı hiç görmemiş edebiyatçılar, sanatçılar da o kadar benimsiyor. Çünkü Derbesiye, bu kitapta coğrafi bir yer olmaktan çıkmış, âdeta bir “imge’“ olmuştur. Okuyanların ortak kanaati (benim de kanaatim) şudur: Aslında her bölgenin bir Derbesiye’si var.
Bizim edebiyatımızda çocukluk yıllarını anlatan edebiyatçıların sayısı bir hayli fazla. Muallim Naci’den Mehmed Âkif’e, Ziya Osman Saba’dan Tanpınar’a pek çok kalem erbabı masumiyet çağlarını dile getiriyorlar. Siz de Derbesiye Günleri’nde bizi o sevimli dönemlerinize götürüp gezdiriyorsunuz. Elbette çocukluk yılları çok hoş ve insanoğlunun unutamadığı sahneleri barındırıyor bünyesinde. Ama o hatıralardan en çok etkilendiğiniz, unutamadığınız sahneleri birkaç çizgi hâlinde bize aktarır mısınız?
O kadar çok sahne var ki… Hangisini anlatsam… Bir-iki anekdot sunmayı deneyeyim: Henüz yedi-sekiz yaşlarındaydım. Okullar tatile girdiğinde koyun ve keçilerimizi otlatırdım. Koyu kahverengi bir oğlağım vardı. Haşarı bir çocuk gibiydi. Çok hareketliydi. Bu özelliğinden dolayı ona o dönemin meşhur eşkıyalarından Koçero’nun adını vermiştim. Onunla birbirimizi öyle çok seviyorduk ki, sanki kardeş gibiydik. “Koçero gel”, “Koçero uslu dur”, “Koçero kuzuları rahat bırak”… Öğle vakitleri sundurmada yattığımda gelip ayaklarımın altını yalar ve beni uyandırırdı. Kalkıp onunla oyun oynamamı isterdi. Çoğunlukla bu isteğine karşılık verirdim. Derken, günler, aylar geçti. Bir gün okuldan dönerken, Koçero’yu evde göremeyince meraklanıp sordum. Önce bana gerçeği söyleyen olmadı “kırlardan dönmek üzere’“ falan dediler. Sonunda hakikati öğrenince aklım başımdan gitti. Var gücümle bağırıp çağırdım. Meğerse onu Kasap Abdurrahman’a satmışlar. Nefes nefese çarşıya koştum. Koçero’nun kafasını tezgâhta görünce, en yakın arkadaşımı kaybetmişçesine çılgınca çığlıklar attım. Saatlerce ağladım. “Bu büyükler, ne kadar acımasız.” diye düşündüm kendi kendime. “Koçero ile dostluğumu çok mü gördüler acaba?” Bir başka anekdot da çok efendi bir insan olan Mehmed Bey’le ilgili. Ona “Sarhoş Memed’“ derlerdi. Onu her gördüğümde “keşke içmese” diye dua ederdim. Mehmed Bey’i farklı zamanlarda birkaç kere parkın altındaki ağaçlarda baygın görmüş ve bu durumuna çok üzülmüştüm. Bir başka anekdot: Bize hiç görmediğimiz memleketlerden gelip-giden yolcu trenleriyle ilgili. Trenlerin gelişi-gidişi insana, bize mutluluk verirdi. Bir düğün, bir şölen havası teneffüs ederdik, trenler geldiğinde. Tabii bir de bayramdaki görüşmeler vardı. Onlarsa apayrı bir âlemdi.
Derbesiye’nin dinî hayatı nasıldı? Ramazan günleri, bayram günleri, ibadet şekilleri ve türbe ziyaretleri… Biraz da o geleneklerden söz eder misiniz?
Derbesiye’de günlük hayat, oldukça sadeydi. Dinî değerler, ibadetler, sahip olunan kültürle uyumluluk içindeydi. İnsanlar, birbirlerini sever-sayarlardı. Bayramlarda, herhâlde birbiriyle bayramlaşmayan kalmazdı. Yörenin âdetlerine göre bayram yemeği ikram edilir, sohbet edilirdi. Tel örgünün çevresinde her iki ülkedeki akrabalar bayramlaşırdı. Kızıltepe, Mardin, Viranşehir ve başka yerlerden çok sayıda insanlar gelir, bayram boyunca Derbesiye’de kalır, görüşme saatlerinde hattın öbür tarafındaki akraba ve ahbaplarıyla hasret giderirlerdi. Çok renkli görüntüler oluşurdu. İnşallah bunları müstakil çalışmalarda uzun uzun anlatırım.
Sanırım Derbesiye Günleri kitabınızın arkası gelecek. Toplam olarak bu hatıralarınızı kaç ciltte toplamayı düşünüyorsunuz?
Birinci kitap çıktı bildiğiniz gibi. Sırada, ikinci, üçüncü ve dördüncü kitaplar var. Evet, toplam 3 veya 4 kitap olacak.
Konuyu kitabın yanısıra cd ve belgesel olarak da düşündünüz mü? Bence çok güzel bir filmi yapılabilir Derbesiye’nin… Ne dersiniz? Bunu hiç konuştunuz mu?
Tabii ki… Hiç düşünmez olur muyuz? Ama buradan şunu söylemek istiyorum: Bu iş için bizim söylememize gerek kalmadan, gönüllü sponsorlar ortaya çıkmalı. Şu bilinmelidir ki; gerçekten çok önemli bir iş yapılıyor. Derbesiye ile ilgili ilk defa kitaplık çapta çalışmalar yapıldı. Bunu filmler, belgeseller izleyecek. Cd dediniz. Birkaç ay öncesinden hazırladığımız 80 dakikalık cd’miz çoğaltılıp dağıtılmayı bekliyor.
Derbesiyeliler Derneği de düşünüldü mü, öyle bir hazırlık var mı acaba?
Dernekten önce geniş katılımlı bir “Derbesiye Sempozyumu” düzenlemeyi düşünüyorum. Ama takdir edersiniz ki, bunu da tek başıma yapamam. İş finans noktasına gelince tıkanıp kalıyor. Derbesiyeli sanayiciler, Derbesiye’nin her yerde gündem oluşturduğunu ve konuşulduğunu görmüyorlar mı, duymuyorlar mı acaba? Bunun gelişerek devam etmesi için neler yapılabilir? Bunu düşünüyorlar mı? İnşallah olur.
DİRİLİŞ MEKTEBİNİN SEÇKİN ÖĞRENCİSİ
Hamit Can, aslen Mardin’in Ömerli ilçesine bağlı Fıstıklı köyünden. Babasının demiryollarındaki memuriyeti dolayısıyla çocukluğu, istasyonların bulunduğu belde ve kasabalarda geçti. On-onbeş haneli, küçük bir sınır istasyonu olan Gürpınar’da doğdu (1959). İki yaşındayken ailesi, daha sonra adı Şenyurt olarak değiştirilen Derbesiye’ye taşındı. İlk çocukluk yılları burada geçti. İlkokulu, Şenyurt ve sonradan yerleştikleri Mardin İstasyonu’ndaki Çiftlik ilkokullarında okudu. Ailesi, 1969 yılının eylül ayında Şenyurt’tan ayrıldı. Orta ve lise öğrenimini Mardin’de tamamladı. Üniversite sınavlarına katılmak üzere İstanbul’a geldi (1976). O tarihten bugüne kadar İstanbul’da ikâmet etmektedir. Basın ve yayın dünyasında bulundu. Edebiyat merkezli yazı çalışmalarını geliştirdi. Çeşitli dergi ve yayınevlerinde müsahhihlik, redaktörlük ve editörlük yaptı. İzlenim dergisinde Genel Yayın Yönetmenliği, İktisat ve İş Dünyası dergisinde Yazı İşleri Müdürü olarak çalıştı. Yeni Şafak gazetesinde Kültür-Sanat ile Düşünce Günlüğü sayfalarını yönetti. Haftada bir yayımlanan “Haftalık’“ kültür ekinde Genel Koordinatörlük görevinde bulundu. İlk anlatı, hikâye ve şiirleri, Diriliş dergisinde yayınlandı. Ayrıca kültür-sanat ve edebiyat dergilerinden İzlenim, Hece, Ay Vakti, Vuslat ve Ekopol ile Yeni Şafak gazetesinde şehir kültürü, gezi izlenimleri, röportajlar ve denemeler yazdı. Hamit Can, 12 Şubat 2010 tarihinde İstanbul’daki evinde kalp krizinden vefat etti ve aynı gün Cengelköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yayımlanan eserleri: Halit Ziya Uşaklıgil (Hikmet Yayıncılık, 2002), Hüseyin Rahmi Gürpınar (Hikmet Yayıncılık, 2002). Sahnelenen tiyatro oyunu: Kurtuluşa Çağrı (1985), Derbesiye Günleri (Erguvan Yayınları, İstanbul 2009).