Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

İbrahim Hakkı Erzurum ’nin Manzûm İlmihâli

İslâm Dîninde, Allâh ile

İslâm Dîninde, Allâh ile kulları arasında kurulan sağlıklı bağın temelini vahiy bilgisi oluşturur. Kulun îmân ettiği Allâh’a içtenlikle boyun eğmesinin en önemli göstergesi ona samimiyetle kulluk etmekten geçmektedir. Bu da sağlam inanç ve güzel ahlâk yanında ibâdet ve muâmelât vasıtasıyla ortaya konulacak bir durumdur. Îmân, ibâdet, ahlâk ve muâmelât konularına dair ilmihâl bilgileri, Müslümanların birinci derecede öğrenmesi gereken bilgilerdir. Müslüman, sınırları Allâh’ın emrettikleri ve yasakladıkları ile çizilen bir hayata bir an- lamda ilmihâl bilgileri ile giriş yapar. Bu açıdan bakıldığında ilmihâl, İslâmî bil gi len menin ilk aşaması ve en yaygın olanıdır. Kısaca “davranış bilgisi” demek olan ilmihâl, her Müslümanın bilmesi gereken temel bilgilerden ibarettir.2 Yahudi ve Hıristiyanlık’ta “catechism” adı altında benzer kullanıma rastlanmaktadır.3 Diğer taraftan ilmihâl, günümüzde temel dînî bilgileri ihtivâ eden kitaplara ad olma şeklinde yaygın bir kullanım alanına da sahiptir. Nitekim Şemseddin Samî, ilmihâli “akâidin kavâid-i esasiye ve ibtidaîyesi ile namâz, abdest vesâir mâlumât-ı dîniyyeyi çocuklara öğretmeye mahsus kitap” şeklinde tarif etmiştir. İlmihâl kitaplarının konuları genelde itikat, ibadet ve ahlak içeriklidir. Bununla birlikte özel konularda yazılmış ilmihâl kitaplarına da rastlamak mümkündür. Bu tür eserlerde entellektüel derinlik yerine daha ziyade dini pratiklerin öğrenilmesi amaçlandığı için mevzular sade bir şekilde ele alınmıştır. Genellikle belli bir mezhep esas alınarak yazılmış olmakla birlikte, mukayeseli ilmihâl çalışmaları da göze çarpmaktadır. İlmihâl eserlerinde sadece fıkıh kaynaklarından değil, aynı zamanda akâid, hadis, tefsir, tasavvuf ve ahlâk alanında pek çok eserden de faydalanıldığı görülmektedir. İlmihâller, öncelikle inanç esasları ve ibadetleri, İslam’ın fert ve cemiyet hayatına dair ortaya koyduğu prensipleri, tavsiye, emir ve yasakları ile Müslümanların tarih boyunca bu prensipler doğrultusunda kazanmış oldukları örf, anâne ve âdetlerini, bir de İslam âlimlerinin anlayış ve uygulamalarını ihtiva etmektedir. Tarihi sürece baktığımızda, Hicri II. asırdan (miladi VIII. asır) itibaren yazılan risale şeklindeki muhtasar eserlerin ardından hacimli kitaplar yazıldığı, daha sonra ilmihâl kitaplarına da kaynaklık edecek olan mufassal fıkıh eserleri, uzun şerhler ve haşiyelerle bu telif hareketinin devam görülür. İlmihâlin kelime olarak kullanımının hicri IV. miladi X. asırdan itibaren başladığını söylemek mümkündür. İlmihâl adı verilen eserlerin telifine ise büyük ihtimalle hicri IX. miladi XV. asırlarda başlanmıştır. Zamanla halk için temel konularda özlü bilgiler ihtiva eden, dili sade, anlatımı basit, hatta ezberlenmeye müsait eserlere ihtiyaç duyulmuş, bu sebeple Osmanlılar döneminde ilk ilmihâller ortaya çıkmıştır. Osmanlı öncesinde ilmihâl kapsamına girebilecek Arapça, Farsça veya nadiren Türkçe yazılmış örnekler bulunmaktaysa da bu geleneğin Osmanlının kurulmasıyla sistemli hale geldiği söylenebilir. İlmihâllerin oluşum safhasını teşkil eden eserler genelde Arapça’dan yapılan tercüme eserlerdir. Bunlar ilmihâllerin, Anadolu’da yaygınlaşmasına ve sistemli hale gelmesine katkıda bulunmuşlardır. Aynı dönemlerde tercümeler dışında Türkçe telif ilmihâllerin de yazılmaya başladığı görülmektedir. Böylece ilmihâl geleneği yeni yazılan pek çok eserle de günümüze kadar gelişmeye devam etmiştir.5 Osmanlı döneminde telif veya tercüme yoluyla; fıkıh, kelam, tasavvuf, enbiya ve evliya kıssaları, tabakat ve menakıp kitapları, Tevhid, Münacat, Na’t, Mi’raciye, Esmâ-i Hüsna, Kırk-Yüz ve Bin Hadis Tercümeleri, Siyer ve Şemail, Mevlid ve Hilye, akaid, namâz, oruç ve menasikü’l-hac bahislerine dair manzûm eserler de meydana getirilmiştir.6 Bu eserlerden bazısı mürettep divanlarda veya mesnevilerde yer alırken, bazıları da müstakil olarak tertip edilmiştir. Kolay okunmaları ve ezberlenmeleri düşüncesiyledir ki bu dini eserlerin birçoğu manzûm olarak kaleme alınmıştır.7 İlmihâl kitaplarının büyük çoğunluğu mensur olmakla birlikte; ilmi bir şahsiyeti olan müellifin aynı zamanda edebiyat sahasında da kabiliyetli bir kişi olması, eserin ihtiva edeceği bilgilerin manzûm olarak sunulduğunda daha kolay öğrenileceğinin düşünülmesi, müellifın muhatabı olan okuyucu kitlesini sıkmamak ve eserin cazibesinin artırılmasında edebi sanatların sunmuş olduğu imkanlardan istifade etmek, eser tercüme edilerek hazırlan mış ise eserin aslının manzûm olması gibi sebeplere binaen ilmihâllerin küçümsenemeyecek bir kısmı da manzûm olarak hazırlanmıştır.Ancak hayli bir yekün oluşturan bu manzûm ilmihâller, müstakil bir tür olarak ele alınarak layıkı vechile incelenmek yerine, farklı konularda muhtelif bir çok eser ile bir arada incelenerek, tafsilatına girilmeksizin kısaca tetkik edilmiş ve bu sahada şu ana kadar yapılan çalışmalar içerisinde gerekiği gibi değerlendirilememiştir.Manzûm olarak telif edilmiş olan fıkıh eserlerine ve ilmihâl kitaplarına çok sayıda örnek verilebilir. Mesela Nazmu’l-hilâfiyyât şerhi, Ebû Hafs Ömer b. Muhammed en-Nesefî (v.537/1142)’ye ait olup 504/1110 yılında Arapça ve manzûm olarak kaleme alınmıştır. Eser hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan ama yaşadığı bu dönemde Hama kadısı olduğu zikredilen, İbrahim b. Mustafa b. Alişir el-Melifdevi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.10 Yine Zâhiruddin Muhammed Bâbür Mirza’nın (v. 937/ 1530) oğullarına ithafen kaleme aldığı Mübeyyen Der Fıkh adlı eser, dil olarak Türkçe’nin kullanıldığı mesnevî türü bir manzûm ilmihâl çalışmasıdır. 148 928/1522 tarihinde kaleme alınan kitap îmân, namâz, zekat, oruç ve hac olmak üzere beş kitaptan oluşmaktadır. Muhtevanın tespitinde diğer ilmihâllerde kullanılan hadislerin manasından hareket edildiği görülmektedir. ilmihâl,13 Vidinli Sadi Efendi’nin Manzüme fi’l-İlmi’l-hâl gibi manzûm ilmihâllere rastlanmaktadır. Bundan başka müellifi belli olan veya olmayan Manzûme-i Elli Dört Farz, Manzûme-i Otuz İki Farz, Manzûme-i Farz ve Sünnet, Manzûme-i Ferâiz, Manzûme-i Fıkh vb adlarla çok sayıda manzûm eserler de göze çarpmaktadır.14 İbrahim Hakkı Erzurumî (ö. 1194/1780)’ye ait “Hüdâ Rabbim nebim hakkâ Muhammed’dir Resûlullâh / Hem İslâm dînidir dînim kitâbımdır kelâmullah” beytiyle başlayan küçük hacimli risalesi de Osmanlı döneminde yazılan ve nazım türü ilmihâl kategorisinde yer alan bir eserdir.

İBRAHİM HAKKI’NIN HAYATI VE ESERLERİ

Hayatı ve İlmî Şahsiyeti İbrahim Hakkı,16 Hicri 1115, Miladi 1703 yılında Erzurum’a bağlı Hasankale ilçesi’nde doğdu. Eserlerinde kendi doğumundan şöyle bahseder: “Hicretin târihi binyüz onbeş oldu ol bahar Kale-i Ahsen’de İbrahim Hakkı doğdu zâr…” Babası Osman Efendi, iyi eğitim almış ve güzel ahlâkla donanmış bir kişiydi. Annesi ise Hasankale’nin “Kındığı” köyünden Şeyh Oğlu Dede Mahmûd’un kızı Şerife Hanife Hatun’dur.

hac niyetiyle yola çıktğı sırada Siirt’e bağlı Tillo kasabasına uğramış, oranın tanınmış âlimlerinden olan Şeyh İsmail Fakirullah’a bağlanmıştır. Küçük yaşta annesini kaybeden İbrahim Hakkı, babasının da Tillo’ya gitmesi sonucu yalnız kaldı. Nihayet 1711 yılında İbrahim Hakkı, amcası Ali ile birlikte Tillo’ya gitti. Babasıyla karşılaştığında Şeyh İsmâil Fakîrullah’ı da orada gördü ve içinde ona karşı derin bir sevgi ve hayranlık duygusu uyandı. Bu ilk karşılaşmayı İbrahim Hakkı şöyle ifade eder: “… Amcam, ben dokuz yaşındayken beni alıp, peder efendiyi bulmuştur. İlk kavuşmamız o vakte müyesser olmuştur ki, hazret-i Şeyh ile peder efendi ikindi namâzını birlikte kılmıştır. İlk görüşmede Allâh’ın hikmeti ile o azizin didârı, babamdan ziyade bana biliş ve tanış gelmiştir. Hemen o demde didârının cezbesiyle gönlümü almıştır. Aklım onun güzellik ve cemâline, lûtf ve söyleyişine, ahlâk ve kemâline erdiği kadar hayran olup kalmıştır.” İbrahim Hakkı, bundan sonra İsmail Fakirullah’ın babası için yaptırdığı hücrede yaşamaya başladı. Ma‘rifetnâme’deki ifadesiyle “peder-i azîzi kendisini hücredaş edip hilmü rıfk ile ilim öğretip lutufla terbiye kılmıştır”.Bu arada hocası ve şeyhi İsmail Fakirullah’ın “Üveysiye” tarikatına intisap etti. Böylece Tillo’da iken, hem İsmail Fakirullah’ın hem de babasının ilminden, irfânından faydalandı. O günün şartlarında ileri seviyede sayılacak dini ve fenni ilimler tahsil etti. Bundan dolayı ileriki zamanlarda kendisine, hem dini ilimilerde hem de fenni ilimlerde yetkinliği ifade eden “Zülcenaheyn” yani “iki kanatlı” ünvanı verildi. İbrahim Hakkı’nın hocası Şeyh İsmail Fakirullah, Arap asıllı olup, Şâfii mezhebine bağlı ve soyu Hz. Peygamber’in Amcası Hz. Abbas’a dayanan sâlih bir âlim idi. Hicri 1067 (1656 m.) tarihinde doğdu. Babası Molla Kâsım, ilim sahibi mübârek bir zâttı. Annesi ve babası ibâdetlerine ve İslâmi yaşantılarına son derece dikkat eden insanlardı. Kendisi de bu minval üzere yetişti. İsmail Fakirullah, babası Molla Kâsım’ın yanında ilim tahsil etti. Molla Kâsım vefat edince onun yerine geçti. Annesini ise otuz yaşında kaybetmişti. Fakirullah, helâl kazanca son derece dikkat ederdi. Bu amaçla kendi işini kendi görmeye gayret eder, tarlasını bizzat kendi ekerdi. Genellikle üzüm tanesi yiyerek onunla yetinirdi. Geceleri ibadetle, gündüzleri ise oruçlu geçirmeye özen gösterirdi. İbrahim Hakkı’nın ifadesiyle İsmail Fakirullah, tevekkül, sabır, rızâ, itaat, tevâzu, şükür, emre itaat, nefse muhalefet, cömertlik, ilim, hayâ, edeb, şeriata uymada titizlik, salihlerle beraber olma, misafire ikrâm, Allâh’tan başkasını kalpten çıkarma, şefkat, vefâ gibi güzel sıfatlara sahipti.21 Şeyh Fakirullah’ın, İbrahim Hakkı’nın yetişmesindeki etkisi büyük olmuştur. İbrahim Hakkı, küçük yaşta onunla tanışmış, hâl ve hareketlerinden çok etkilenmiş; daha sonra uzun yıllar hizmetinde kalmıştı. Şeyh Fakirullah ile ilk karşılaşma ânında ondan çok etkilendiğini, hatta Şeyh Efendi’nin kendisine babasından bile daha güleç ve yakın geldiğini belirten İbrahim Hakkı, Şeyhine o kadar sevgi beslemektedir ki onun için “ruhum, canım” gibi tâbirler kullanmış ve şu şiiri yazmıştır: “Sen kadr ü berâtımsın, Hem âb-i hayatımsın, Bel ayn-i necâtımsın, Bârım da sen ey rûhî.”22 İbrahim Hakkı, onyedi yaşındayken babasını kaybetti. Kendisini çok üzen bu olayı şöyle anlatır: “Hicri tarih 1132 (M.1719) gelip, Receb ayının yarısına gitmiştir. İşte benim o yakınım, anam, babam, hücre arkadaşım ve can ortağım, gurbet yoldaşım Derviş Osman Efendi, Cum’a gecesi sabaha yakın dünyadan Âhirete intikâl etmiştir. Bu şekâvet âleminden, kavuşma âlemine gitmiştir. Hemen gönlümün evi kara bulut gibi gamlar ile dolup, merhûmun ayrılık hasretiyle baykuş viranesi olmuşumdur. Zehirlenen gibi öyle feryad ve figân edecek idim ki, iniltilerim göğe gidecek idi…”23 İbrahim Hakkı tam bu esnada İsmail Fakirullah’ın kendisini teselli ettiğini, üzüntüsünü giderdiğini de anlatır: “…Hemen onu gördüm ki, başını kaldırıp, kimya bakışı eseriyle yüzüme bakıp, tebessüm ederek, sadece Molla İbrahim, Molla Osman lafzıyle bu yetîmini tâziye kılmıştır.. O demde benim sînemin içinde yüreğim süratle titreyip, hüzün ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet dolmuştur ki, hislerimden bile dolup taşmıştır…”24 İbrâhim Hakkı, muhtemelen öğrenimini sürdürmek amacıyla aynı yıl Erzurum’a dönerek büyük amcası Molla Muhammed’in evine yerleşti. Burada, özellikle Arapça ve Farsça konusunda kendisinden faydalandığı söylenen Erzurum müftüsü şair Hâzık Mehmed Efendi dışında kimlerden ders okuduğu hususunda bilgi bulunmamaktadır. Ma‘rifetnâme’deki bir beyitten bu ikinci tahsil döneminin sekiz yıl kadar devam ettiği anlaşılmaktadır.25 İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah’ı ziyaret etmek üzere 1141’de (1728- 29) da tekrar Tillo’ya gitti, babasının hücresine yerleşerek tasavvufî hayata yöneldi. Şeyhine hizmet edip onun feyzinden istifade etmeyi sürdürdü. Hayatının büyük kısmını şeyhinin yanında geçiren ve ona büyük bir sevgi besleyen İbrahim Hakkı şeyhinin pek çok kerâmetinden, ayrıntılı olarak bahsetmiştir. Şeyh Fakirullah Tillovi, 1734’de vefat edince, İbrahim Hakkı kendisi için özel mimarisi bulunan bir türbe yaptırdı.26 Tillo’ya yaklaşık 4 km. mesafede bulunan dağın tepesine bir kale inşa ettirdi ve duvarın ortasına da küçük bir pencere yerleştirdi. Her sene Mart’ın 22’sine rastlayan nevruz gününde, güneşin ilk ışıkları kaledeki bu pencereden geçerek türbeye aksedip, İsmail Fakirullah’ın kabrinin baş ucunu aydınlatmaktadır. İsmail Fakirullah’ın vefatından sonra irşad ve öğretim görevlerini hocasının oğlu Abdulkadır-i Sani ile birlikte devr alan İbrahim Hakkı, bu görevi hayatı boyunca sürdürdü. 1147’de (1734) Erzurum’a döndü ve daha önce babasının imamlık yaptığı Yukarı Habib Efendi Camii’ne imam oldu. Bu arada ilk evliliğini yaptı. 1150’de (1738) hacca gitti. Dönüşte Lübbü’lkütüb adlı geniş hacimli bir eser hazırladı. 1747’de Sultan I. Mahmut tarafından saraya davet edildi ve saray kütüphanesinden istifade etmesi için imkân sağlandı. Bu dâvetin temelinde İbrahim Hakkı’nın kitap sevgisi ve ilim aşkı yatmaktaydı. İbrahim Hakkı bu fırsatı değerlendirerek İstanbul kütüphanelerinde araştırma ve çalışmalara başladı. Bu sırada padişah I. Mahmut tarafından Erzurum’daki Abdurrahman Gazi zâviyedârlığına tayin edildi. Erzurum’a döndükten sonra bu görevi oğluna bırakarak ilimde yoğunlaşmaya başladı. 1168’de (1755) resmî bir hizmet için İstanbul’a çağırılan Mehmed Sun‘ullah ile birlikte ikinci defa İstanbul’a gitti. O, ilkinden daha uzun sürdüğü anlaşılan bu ikinci ziyaret sırasında da kütüphane çalışmaları yapmış olmalıdır. Nitekim Ma‘rifetnâme’yi İstanbul dönüşünden kısa bir süre sonra tamamlaması (Zilhicce 1170 / Ağustos 1757), onun bu eserle ilgili olarak İstanbul’da yoğun bir hazırlık çalışması yaptığı kanaatini vermektedir. İbrâhim Hakkı, Hasankale’ye dönünce bir yandan Ma‘rifetnâme’nin telifiyle meşgul olurken bir yandan da öğrenci yetiştirmeye başladı. Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı III. Mustafa tarafından 1173 (1760) yılında yenilendi. Bu arada önemli eserlerinden İrfâniyye’yi (Mecmûatü’l-irfâniyye) tamamladı.27 1177’de (1763) üçüncü defa Tillo’ya giden İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah’ın oğulları Hamza Ganiyyullah ve Mustafa Fânî tarafından babalarının halifesi olarak büyük bir ilgiyle karşılandı. Tillo’da iken Şeyhinin kızı ile evlendi. Bu sırada İnsâniyye adlı eserini tamamlayan İbrâhim Hakkı, 1177 Şevvalinde (Nisan 1764) Mustafa Fânî ile birlikte ikinci kez hacca gitti ve dönüşte yine Tillo’da kaldı, burada öğrenci okutmaya ve eser yazmaya devam etti. Bu arada Mecmâ’atü’l- Me’ânî’yi bitirdi. Bir süre sonra da Erzurum’a gitti. 1181’de (1768) Erzurum müftüsü Şeyh Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa çıktığı hac yolculuğu sırasında amcasının oğlu Yûsuf Nesîm’e Şam’dan yazdığı mektupta eserlerinin oralarda bile arandığını ve ilgiyle okunduğunu bildiriyor, kendisinden bazı kitaplarını temin edip göndermesini rica ediyordu.28 Yolculuğun ardından Erzurum’a döndü. Yaklaşık üç yıl sonra oğlu İsmâil Fehim ile birlikte tekrar Tillo’ya giderek buraya yerleşti. Muhtemelen kendisi hakkında yanlış fikirler taşıdığı yolunda dedikoduların çıkmasına yol açan bir hâdiseden dolayı İbrâhim Hakkı, Sünnî akîdeye bağlılığını ispat etmek amacıyla âyet ve hadislerden başka şeylerle meşgul olmayı bıraktığı mesajını veren Urvetü’l-İslâm ve Hey’etü’l-İslâm adlı iki eser daha yazarak değişik kişilere gönderme gereği duydu. Erzurum’daki Yûsuf Nesîm’e de Urvetü’l-İslâm ile birlikte gizli işaretli bir mektup gönde rerek “Avnikli kezzâb” diye andığı Halil’in anlattıklarına inanmamalarını ve onun söylediklerinin iftira olduğunu bildirdi.29 İbrahim Hakkı’nın çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, oldukça anlamlıdır. Onun çocuk sevgisinin bir tezahürü de; yazdığı eserleri onlara ithaf etmesidir. Nitekim Mârifetnâme’yi oğlu Ahmet Nâimi için yazdığını söylerken; Mecmâ’atü’l- Me’âni adlı eserindeki “Nûş-i Can” risalesini de büyük oğlu İsmail Fehim’e ithaf ettiğini belirtmektedir.30 İbrâhim Hakkı, şeyhinin kızı olan son eşinin genç yaşta vefatı sebebiyle derinden etkilenmiş, daha sonra yazdığı bir mektupta bu teessürünü duygulu ifadelerle anlatmıştır.31 Nihayet İbrahim Hakkı 19 Cemâziyelâhir 1194 (22 Haziran 1780) tarihinde, 77 yaşında iken Tillo’da vefat etti ve Şeyhinin türbesine defnedildi.32 İbrahim Hakkı, hayatı boyunca ilim ve irşâd hizmetine devam etmiş, kendi ailesinde olduğu kadar Erzurum ve çevresinde de pekçok öğrenci okutmuştur. Ayrıca eserlerinde ele aldığı konuları sadece yazmakla kalmamış bizzat nefsinde yaşamıştır. İbrahim Hakkı’ya göre yaşamak, daima Allâh’a kulluk etmektir. O, maddeye değil mânâya öncelik vermiştir. Asıl maksadı ise insanları hakikâte çağırmaktır. Mal ve mülke rağbet etmemiş, olanları da dağıtmış, kanaatkâr ve münzevî bir hayat sürmüştür.33 Erzurumî’nin yaşadığı dönem olan 18. yüzyıl, eğitim, bilim ve kültürde büyük değişmelerin yaşandığı, yeni icatların ortaya çıktığı bir dönemdir. Dünya’da böylesi gelişmeler yaşanırken Osmanlı Devleti’nin ilmî, siyasi ve iktisadi olarak gerilemeye başladığı bu dönemde bir bilim adamı ve mutasavvıf olarak ortaya çıkmış olan İbrahim Hakkı sınırlı imkanlara rağmen kendisini geliştirebilmiş, keşif ve icatlardan haberdar olarak yeni eserler meydana getirmiştir. O aynı zamanda kitleleri etkileyen büyük bir şair ve mütefekkir olmayı da başarmıştır.

İbrahim Hakkı, İslam bilim ve kültürünün güçlü temsilcilerinden birisidir. Gerileme dönemini yaşayan Osmanlı devletinin yeniden nasıl canlanabileceği, İslam âleminin yeniden nasıl ilim ve medeniyete öncülük edebileceği gibi konularda kafa yormuş bir mütefekkirdir. Bu amaca hizmet etmek gayesiyle farklı konularla alakalı çok sayıda kıymetli eser yazmıştır. Yaşadığı dönemi aydınlatmakla kalmamış, kendisinden sonraki dönemlere de ışık tutmuştur. İslami ilimlerde ciddi anlamda otorite kabul edilen İbrahim Hakkı, aynı zamanda büyük bir edebiyatçıdır. O, edebiyat alanında on sekizinci yüzyılın, Bursalı İsmail Hakkı ile birlikte en önemli dergâh şâirleri arasında sayılmaktadır.35 İbrahim Hakkı, bir İslâm filozofu, mutasavvıf ve güçlü bir mütefekkirdir. Aynı zamanda o, bir sosyologtur; Çünkü daima topluma ve toplum ahlâkına seslenir. Psikologtur; İnsan üzerinde önemle durmuş, onun fiziksel ve psikolojik yönlerini anlamaya çalışmıştır. İnsana verdiği önemden dolayı “İnsân-ı kâmil” hakkında eser yazmıştır. Felekiyât âlimidir; kozmoğrafyadan, aydan, yıldızlardan, yağmurdan ve birtakım tabiat olaylarından bahseder. Fen adamıdır; biyolojiden, jeolojiden, kimyâdan, hendeseden, riyâziyeden bahsetmekte, insan anatomisi ve fizyolojisiyle ilgili hemen her konuda dönemine göre yeni sayılacak ayrıntılı bilgiler vermektedir. 36 O, aynı zamanda akâid ve kelâma dair konuları, “Zât” ve “Sıfat” gibi meseleleri ayrıntılı olarak ele almış bir kelâm âlimidir.37 Allâh’ın varlığını ispat için imkân delilini esas almış, bu çerçevede âyetlerden de faydalanarak bazı kozmolojik deliller sıraladıktan sonra âlemin hâdis olduğuna selim aklın kesin bir burhanla şehâdette bulunduğunu, irfân ehlinin, o yüce yaratıcının icat ve yaratma sırlarını zâhir ve bâtın âleminde güneşli günden daha aydın ve açık olarak müşahede ettiğini söylemiştir.

İbrâhim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem verdiğini göstermektedir. Ele aldığı mevzuları iyi bir düzen içinde ve anlaşılır bir üslûpla ifade etmesi, özellikle eğitimde Arapça’nın hâkim olduğu, Türkçe eserlerde ise ağdalı bir dilin kullanıldığı dönemde eserlerinin büyük bölümünü nisbeten sade bir Türkçe ile yazması İbrâhim Hakkı’nın takdire değer yönlerindendir. Ayrıca geleneksel astronomi yanında yeni astronomiyle tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, psikoloji, ahlâk gibi alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip olduğu görülmektedir. 39 Ma‘rifetnâme’de Ebû Hanîfe’den “sermezhebimiz”40 diye söz eden İbrâhim Hakkı’nın hem Nakşî hem Kâdirî olduğu söylenmektedir. Bursalı Mehmed Tâhir’e göre ise Üveysî’dir.41 İbrâhim Hakkı’nın tasavvufi görüşleri Osmanlı tasavvufunun tipik ve canlı bir örneğidir. Ma‘rifetnâme’de ele aldığı konulara ilişkin görüş ve açıklamaları önemli ölçüde Gazzâlî’nin İhyâ ü ‘ulûmi’d-dîn’indeki fikirleriyle paralellik arzeder. İbrâhim Hakkı, fizik âlemin kavranmasında akıl ve duyu tecrübelerinin önemini kabul etmekle birlikte dinî ve tasavvufî konularda aşkı felsefeden üstün tutar; hatta, “Katında fülse değmez felsefînin aklı vicdanı” mısraında görüldüğü gibi42 genel telakkiye uyarak felsefe ve filozof kavramlarından olumsuz bir tavırla söz ettiği de olur. Bu arada, vahdet-i vücûdun bir bilgi konusu sanılmasının ilhâd ve zındıklığa kadar varan tehlikeler içerdiği uyarısında bulunur. Çünkü ona göre vahdet-i vücûd bilgi konusu değil şühûd konusudur; şühûd ise mücâhede ile varılabilen bir haldir. İbrâhim Hakkı, Kur’ân ve sünnete bağlı mutasavvıfların yazdığı kitapların şeriatla uyuştuğunu, fakat bazen okuyucunun anlama kabiliyetinin yetersizliği yüzünden bu konuda avam arasında şüphe doğduğunu ifade eder. İbrâhim Hakkı irfânın dört aslı olarak kabul ettiği tevekkül, tefvîz ve teslim, sabır, rızâ konularına büyük önem verir. Özellikle “Tefvîznâme” adını verdiği, “Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif ânı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” mısralarıyla başlayan manzûmesi çok meşhurdur.44 İbrâhim Hakkı eserlerinde tabiat bilimlerine çok geniş yer vermiştir. Ancak muhtemelen kendi dönemindeki mutaassıp çevreleri karşısına almamak ve fitneye sebep olmamak düşüncesiyle yeni astronomiye ve diğer ilimlere dair bilgi vermeden önce eski astronomiye uygun geleneksel yaratılış senaryosunu da tanıtma gereği duymuştur. 45 1163’te (1750) yazdığı tecvid risâlesinden sonra 1165 (1752) yılında kaleme aldığı Tertîbü’l-ulûm başlıklı ilk Türkçe manzûm eserinde yeni bir ders programı önerisinde bulunmuştur. Programda geleneksel din ilimlerinin yanında felsefe, matematik, coğrafya, astronomi, anatomi, tıp gibi alanlar da yer alıyordu. İbrâhim Hakkı, daha sonra kaleme aldığı Ma‘rifetnâme’de bu alanların her birine büyük değer verecek ve çok geniş yer ayıracaktır. 46 1168’de (1755) tertip ettiği divanında da (s. 196-197) yirmi beş beyitlik bir “Tertîbü’lulûm” bölümü bulunmaktadır. 1166’da (1753) hazırladığı rûznâmesi, zamanına göre takvim tekniği hususunda oldukça ilginç yenilikler taşımaktadır. Kısacası İbrahim Hakkı, Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi’nde, kelâm ve fıkıhta, tasavvuf ve edebiyatta, psikoloji ve sosyalojide, tıp ve astronomide ve daha pek çok ilim dalında büyük bir yetenek göstermiştir. Doğunun yetiştirdiği bu büyük âlim kısa zamanda dünya çapında ün salmıştır. İslam âlemine ve insanlığa bıraktığı değerli eserler onun şahsiyetinin ve ilminin faziletini gösterir.

 

Seni Gidi Kopyacı :)))