1960’ların Anadolu’sunda, fakirlik ve zorluklar içinde büyüyen Eşref, 22 yaşında Ankara’da Dil ve Tarih Fakültesi öğrencisiydi.
Küçük, yıpranmış defterine hüzünlerini, hayallerini ve sevdiği şeyleri şiir olarak dökerdi. Kelimeler onun en sadık dostuydu. Yoksunlukların içinde umut ve sevgi arayışındaydı.
Bir sabah, şehrin eski sokaklarında dolaşırken, yolu bir sahafa düştü.
Gülnebahat, sahafın rafları arasında sessizce çalışıyordu; kitaplara ve eski sayfalara tutkun, zarif ve içine kapanık daha on sekizinde genç bir kızdı.
Eşref, sahafın kapısından içeri girdiğinde, Gülnebahat’ın hemen yanından geçti ama birbirlerini fark etmediler.
Yere düşen bir şiir sayfasını aldı Eşref; Gülnebahat nedense bir an o sayfanın eksikliğini hissetti.
O esnada sahafın arka odasındaki eski radyoda hüzünlü bir türkü çalmaya başladı.
Türkünün notalarında Eşref sıla özlemini yaşarken, Gülnebahat ise kaybettiği annesini anımsadı. Bu türkü, iki kalbi aynı anda derinden etkiledi; görünmez bir bağ kurdu aralarında. Sessizlik derinleşti, acı bir feryat içeriyordu sanki.
Birden cesaretini toplayan Eşref, son şiirini Gülnebahat’a okumaya başladı. Öyle ki adını sorsalar bilemeyecekti ama şiir başkaydı, kendini en iyi ifade etme biçimiydi.
Gülnebahat, dizelerdeki derinliği ve duyguyu hissediyor, aralarında sessiz ama güçlü bir bağ oluşuyordu.
Günler geçtikçe Eşref sahafa daha sık uğrar oldu; şiirleriyle ve varlığıyla Gülnebahat’ın hayatında yer edindi.
Ama bir gün, Gülnebahat aniden ortadan kayboldu. Sahaf sessiz, raflar lebaleb boştu. Eşref aşkını her yerde aradı ama nafile; kimse Gülnebahat’in nerede olduğunu bilmiyordu. İçindeki umut kırıntılarını hiç yitirmedi nereye baksa hüsn-ü cemalini görür gibi oluyordu.
Onun anısına, yaşadığı özlem ve hüznü şiirlerine döktü. Her mısra, ulaşamadığı o kişiye yazılmış acı bir mektuptu.
Gülnebahat ise babasıyla birlikte apar topar Almanya’ya gitmiş, Eşref’e veda bile edememişti. Annesinin yokluğunda kardeşlerine bakmak külfeti ona kalmıştı. Gelenek bunu gerektiriyordu. Günlük işlerinden artan zamanlarında, halet-i ruhiyesine tamamen yabancı bir ülkede iliklerine kadar hissettiği anıları ve Eşref’in şiirlerinin sesiyle adeta nefes alıyor, hayata tutunuyordu.
Uzun yıllar sonra bir gün, gazetede Eşref’in ödül alan şiirini gördü. Şiirde kendi yokluğunun ve sevgisinin izlerini buldu. Yılların sessizliğinde büyüyen umutla İstanbul’a dönmeye karar verdi. Eşref’i unutamamıştı. Babası vefat etmiş, kardeşlerine olan ablalık borcunu bitirmişti. Hasılı Almanya’da kalacak gününün kalmadığını düşünüyordu.
İstanbul’a geldikten kısa bir süre sonra Eşref’in bir gazetede yazı işleri müdürü olduğunu öğrendi.
Bir gün yüreğine sığmayan heyecanına dayanamayıp gazeteye gitmeye karar verdi. Gülnebahat içinde yılların biriktirdiği cesaretle Eşref’in çalıştığı gazeteye adım attı.
Büyük, hareketli ofisin koridorlarında kalbi hızla çarpıyordu; heyecan ve korku artık had safhadaydı.Sekreterin yönlendirmesiyle yazı işleri müdürünün odasına gitti.
Yazı işleri müdürünün kapısını çaldığında karşısında yıllar sonra gördüğü o tanıdık yüz vardı: Eşref.
Göz göze geldiklerinde, aralarındaki sessizlik, yılların özlemi ve yaşanmışlıkları anlatıyordu.
Eşref, kalbi duracak gibi olsa da yılların kazandırdığı kemal-i sükunet ve hafif bir tebessümle, “Hoş geldin Gülnebahat,” dedi.
Gülnebahat, boğazına takılan kelimeleri yutmaya çalışarak, “Ben… seni görmek zorundaydım,” dedi.
Yıllar geçmiş, hayat onları farklı yollara sürüklemişti. Ama Eşref ve Gülnebahat’ın kalpleri, ne zaman birbirlerinden bahsetseler hâlâ aynı heyecanla çarpıyordu.
Hiç evlenmemiş, başka birine gönül vermemişlerdi.
Ancak aralarında konuşulmayan sözler, içlerinde büyüyen suskunluklar vardı.
Birbirlerine kavuşamamanın acısı, hayallerini ertelemenin verdiği derin hüzün…
“Sen hep benim şiirlerimde, ben de senin hayallerinde yaşadım,” dedi Eşref,
“Ama artık zamanı geldi, yoksa bu hasret bizi unutmaya mahkûm eder.”
Gülnebahat gözlerini kaçırdı.
“Belki de sevgi, bazen kavuşamamaktır,” dedi.
Bilinmez ki;
kavuşulmayan aşk mı daha büyüktür,
yoksa hasretle beklemek mi arzulanandır…
Birbirlerine sarıldılar;
zaman adeta durdu,
Otuz yılın yükü bir anda hafifledi,
ve sanki ruhları ilk kez karşılaştıkları o nazlı bahar gününe,
o ilk masum bakışmaya geri döndü.
Sessizlik, kalplerinin en derin melodisini fısıldıyordu. Zira kelimeler ve şiirler kifayetsizdi artık.