Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Siirtli General M.Tevfik Bedük Yazdı: “Cumhuriyetimizin 100. Yılı Kutlu Olsun, Yaşasın Cumhuriyet”

    Değerli Hemşehrilerim;

    Değerli Hemşehrilerim; Dünya’da Cumhuriyetle idare edilip 100 yılı aşan çok az ülke vardır. Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, işgal edilmiş ve emperyalist ülkelerin (İngiltere, Fransa, İtalya vb.) Osmanlı Devletine dayatarak Orta Anadolu’da birkaç il ile sınırlarımızı belirlediği Sevr Antlaşmasını yırtıp, Lozan Antlaşması ile bugünkü (Hatay ili hariç) Türkiye Cumhuriyetini kurmasının üzerinden 100 yıl geçti. Nice 100 yıllara diyoruz.

     Atatürk’ün “Benim manevi mirasım ‘Bilim ve Akıl’, maddi mirasım ise ‘Türkiye Cumhuriyetidir’” ifadesi çok şeyi anlatmaktadır. Bilim ve Akıl kutsal kitabımız olan Kuran-ı Kerim’de de yer almakta ve insanlığın gelişiminin ancak bu yolla olacağı belirtilmektedir. Kişiler bu kuralı (emri) uyguladıkları müddetçe önce ailede, sonra işinde ve eğer yönetici ise kurumunda ve nihayetinde ülke yönetiminde başarılı olabilirler.

     CUMHURİYET’E DOĞRU ADIM ADIM GELİŞMELER

     Atatürk’ün maddi mirası olan Türkiye Cumhuriyeti’ne gelince;                                                

     Bilindiği gibi bu topraklarda tarih boyunca yaşayan, hüküm süren birçok medeniyetin mirasçısıyız. Orta Asya’dan göçlerle getirdiğimiz medeniyetler ile yerleşik medeniyetler, yıllar boyunca birbirine hercümerç olmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti ve müteakibinde Oğuz Türk boylarının birleşimiyle kurulan Osmanlı Devleti aklın ve bilimin ışığında İmparatorluğa dönüşmüştür. Osmanlı Devleti’nin Padişahlarından Fatih Sultan Mehmet ile İstanbul fethedilmiş ve çağın uygulaması olan yayılmacı politikayla Devletin gelişimi zirveye çıkmıştır. Padişah II.Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında toprak kazanımları devam ettiyse de esasında geçmiş padişahların ve hatta Fatih Sultan Mehmet’in bıraktıkları kurumsallaşmayı ve bilim ile akla dayalı mirası yemişlerdir. Fatih Sultan Mehmet, Arapça ve Farsçanın yanı sıra Latince, Yunanca ve İtalyancayı çok iyi bilmekte; Felsefe, hadis, tefsir, fıkıh, kelam, tarih, geometri ve matematik alanlarında oldukça iyi yetişmişti. Kendisinden sonra bilim ve akıldan uzaklaşılırken, Avrupa bilim ve aklı ön plana çıkararak Kilisenin etkisini devam ettirmek isteyen papazların hükmünü ortadan kaldıran Reform ve Rönesans’ı yüceltmişlerdir. İşte Avrupalı Devletler bu yolla gelişir ve tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüşürken, ne yazık ki Osmanlı Devleti kutsal dinimizi yanlış yorumlayarak ve hurafelere değer vererek toplumu sorgulayamaz hale getirmiş, bir avuç saray ve saraya yakın olan topluluklar rahat yaşarken Anadolu insanıyla olan bağı kopma aşamasına gelmiştir.

     Sonuç itibarıyla, 1699 yılında Osmanlı Devleti ile Avusturya, Venedik ve Lehistan arasında imzalanan KarlofçaAntlaşması ile ilk toprak kaybı ve geri çekilme başlamıştır. 222 yıllık bu geri çekilme Başkomutan Mustafa Kemal Paşanın komutasında olarak, Polatlı/Ankara’nın 25 kilometre batısında 23 Ağustos – 13 Eylül 1921 tarihleri arasındacereyan eden Sakarya Savaşında Yunan birliklerinin geri çekilmesi ile sona bulmuştur. Bu süre içerisinde hemen hemen bütün padişahlar zamanında toprak kaybı yaşanmış ve tarihin en büyük toprak kaybı 1.592.806 kilometrekare ile (Türkiye’nin yaklaşık iki katına tekabül eder) Padişah II.Abdulhamit zamanında gerçekleşmiştir.

     Bu kötü gidişi, Padişahlar durdurmak istemişlerse de “bir lokma bir hırka” düşüncesiyle yaşamaya alıştırdıkları halkın talebi olamamış ve Avrupalı Devletlere vermiş oldukları başta kapitülasyonlar ve diğer tavizler nedeniyle durduramamışlar, küçük bazı düzenlemelerle yetinmişlerdir. Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), Kanun-ı Esasi (Anayasa) (1876) ile 1. Meşrutiyet’in ve 2. Meşrutiyet’in (1908) ilanı ile demokrasiye geçiş için önemli adımlar atılmıştır. Tam bağımsızlık sağlanamadığından etkileri yeterli olamamış ve I.Dünya Savaşı sonucunda 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütakeresi (Ateşkes) ve akabinde 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması ile resmen olmasa da fiilen Osmanlı Devleti sona ermiştir.

     Çöküş dönemi içerisinde ilk borç Kırım Savaşı ile 1856’da alınmış ve Düyunu Umumiye (Verginin Avrupalı Devletler tarafından toplanması) 1881 yılında ilan edilmiştir. Bu zor dönem içerisinde; Yıldız Sarayı (1807), Dolmabahçe Sarayı (1856), Küçüksu Kasrı (1857), Adile Sultan Sarayı (1858), Beylerbeyi Sarayı (1861), Çırağan Sarayı (1871), Malta Köşkü (1871) gibi birçok saray inşa edilmiş ve Osmanlı Bütçesi iflas etmiştir.

     Bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal, askeri liseden itibaren Balkanlardaki karışıklıkların ve isyanların olduğu zamanda kendini her yönüyle geliştirmiş, bağımsızlık düşüncesi olgunlaşmış, Vatan şairi Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in fikirlerini kendisine rehber edinmiştir. Geçmişte yaşananlardan ders almış, 4000’in üzerinde kitap okuyarak ufku genişlemiş ve tarihe damgasını vurmuştur. 1nci Dünya Savaşında Çanakkale Cephesinde Yarbay Rütbesi ile ihtiyat 19ncu Tümen Komutanı olarak harbin kaderini değiştirmiştir. Çanakkale Muharebelerinde müttefik olduğumuz Almanya’nın görevlendirdiği Ordu Komutanı Liman VonSanders, İtilaf Devletlerinin (İngiltere, Fransa, İtalya…) Almanya üzerindeki baskıyı hafifletmesi için Çanakkale’deki savunma planını buna göre yapması üzerine, Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal düşmanın asıl taarruzunun Arıburnu tarafına yapılacağını değerlendirmiş ve bu tahmini doğru çıkmıştır. Yarbay Mustafa Kemal Arıburnu ve Anafartalar Muharebelerinde düşmana geçit vermeyerek İstanbul’a ilerlemelerine ve Saltanatı esir almalarına müsaade etmemiştir. Muharebeler sonucunda Albay rütbesine, bilahare General rütbesine terfi etmiştir. General rütbesinde iken Ordu Komutanı olarak Muş ve Bitlis’i Ruslardan temizlemiştir. InciDünya Savaşının sonlarına doğru Şam’da Yıldırım Orduları Komutanı iken mevcut silah, araç ve gereçleri ileride yapılacak kurtuluş mücadelesi için Anadolu’ya geçirmiştir.

     Savunma Bakanlığı’nın General Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırmasıyla 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa’da trenden inip Kartal isimli bota bindiğinde İtilaf Devletlerine ait savaş gemilerinin İstanbul Boğazına demir attıklarını ve namlularının Yıldız Sarayı’na dönmüş olduğunu gördüğünde, ağzından “Geldikleri Gibi Giderler” sözcüğü dökülmüştür. Nitekim beş sene sonra “Geldikleri Gibi Gittiler”. General Mustafa Kemal İstanbul’da kaldığı altı ay boyunca kurtuluş için arkadaşlarıyla birçok kez bir araya gelmiş ve Anadolu’ya geçmeye karar vermişler. Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa, eski Bahriye Bakanı Rauf Orbay gibi birçok komutan çeşitli bahanelerle kendilerini Anadolu’ya atanmalarını sağlarlar. En sonda da Mustafa Kemal Paşa Ordu Müfettişi (Komutanı) olarak asayişi sağlamak üzere Samsun’a atanır. Mustafa Kemal Paşa bu görevlendirmede Valilere de emir verebilmek için yetkilerinin geniş tutulmasını sağlatmıştır. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün sonra 16 Mayıs’ta Bandırma Vapuru ile hareket edilir ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basılır.

     Artık kurtuluş mücadelesinin ilk adımı atılmıştır. Geride savaşlardan yorgun düşmüş geçimini ilkel metotlarla ekip biçerek sağlayan umudunu yitirmiş Anadolu halkı ve doğru dürüst bir yolu dahi olmayan çorak Anadolu toprağı vardır. Kurtuluş için önce halkı harekete geçirmek gereklidir. Mustafa Kemal Paşa halka rağmen hiçbir konuda başarılı olunamayacağını gayet iyi bilmektedir. Bu nedenle 22 Haziran 1919’da Amasya Tamimi ile; İstanbul Hükümetinin bağımsızlığımızı kaybettirme tehlikesini ve etkisizliğini tanımlamış, milletin kararlılığı ile bağımsızlığa giden yolu belirtmiştir. 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi ile; Vatan bir bütündür parçalanamaz, Manda ve Himaye kabul edilemez, Milli Meclisin derhal kurulması vs. hükümleri kabul edilmiştir. 11 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde; Vatan bölünmez bir bütündür parçalanamaz, her türlü işgale karşı millet topyekün kendisini savunacak ve direnecektir, Cemiyetler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetiadı altında genel bir teşkilat olarak birleşmiştir. İstanbul’da açılan Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne milletvekilleri gönderilmiş ve kurulacak olan Türkiye’nin hudutlarını belirten “Misak-ı Milli” kararları aldırılmıştır. İşgal Kuvvetlerinin 16 Mart 1920 tarihinde Meclis-i Mebusan’ı basıp bazı milletvekillerini tutuklaması üzerine, Padişah Vahdettin 11 Nisan 1920 tarihinde Meclis’i lağvetmiştir (kapatmıştır).

     Artık Anadolu’da yeni bir Meclisin açılması zaruri hale gelmiş ve 23 Nisan 1920 günü Hacı Bayram Veli Camisinde Cuma namazı kılınmasını müteakip Ankara’da Büyük Millet Meclisi (BMM) açılmış, Meclis Başkanlığına Temsil Heyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. Emperyalistlere karşı mücadeleyi BMM verecek ve tüm kararlar Meclis tarafından alınacaktır. Henüz yeni teşkilatlanan BMM Ordusu Albay İsmet komutasında Yunanlıları 10 Ocak 1921’de ve 30 Mart 1921’de İnönü Mevkiinde yenmiş ve İtilaf Devletleri Ankara Hükümetini Londra Konferansına davet ederek BMM’nin bir nevi varlığını kabul etmişlerdir. Muharebenin kazanılması üzerine Mustafa Kemal Paşa, Albay İsmet’e kutlama telgrafı göndermiş ve şöyle hitap etmiştir: Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz.

     10 Temmuz – 24 Temmuz tarihleri arasında cereyan eden Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde BMM Ordusu Yunan Ordusuna yenilmiş ve Polatlı batısından geçen Sakarya Nehrine kadar çekilmiştir. Yunanlıların kısa bir süre sonra tekrar taarruza geçeceklerini sezen Mustafa Kemal Paşa BMM’den üç aylığına Meclis’in savaş ile ilgili olmak kaydıyla yetkisini istemiş, Meclis bu yetkiyi ve Başkomutanlığı büyük tartışmalar sonucu vermiştir. Silah, araç, gereç ve donanım bakımından çok zayıf olan BMM Ordusunun ihtiyacı için Tekalif-i Milliye kanununu çıkarmıştır. Bu kanun ile halkın elindeki orduya lazım olan her türlü malzemenin bir kısmı, karşılığı savaştan sonra verilmek üzere alınmış ve ordu kısmen donatılmıştır. Düşman Ankara’ya ulaşıp BMM’ni ve Mustafa Kemal Paşaortadan kaldırmak için son saldırısını 23 Ağustos – 13 Eylül 1921 tarihleri arasında Polatlı’nın batısından geçen Sakarya Nehri boyunca yapmıştır. Tarihte aralıksız gece ve gündüz en uzun süreli meydan muharebesi olan Sakarya Meydan Muharebesi’nde düşman mağlup olmuş ve Afyon’a kadar çekilmiştir. Cephenin yarılması an meselesi iken yıllarca sürdürülen ‘hat savunma prensibi’nin aksine Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır’ emri ile başarıya ulaşılmış, ancak 5713 şehit, 18480 yaralı, 828 esir verilmiştir. Üzülerek belirtmek isterim ki 14268 de kayıp vardır. Bu savaşın devamında Vatan evlatları bir bir şehit düşerken Mustafa Kemal Paşa’nın idam kararını imzalayan 61 yaşındaki Sultan Vahidettin’in 01 Eylül 1921 tarihinde 18 yaşındaki Nimed Nevzat hanımla evlendiği iddia edilmekteydi.

     Anadolu’dan toprak kazanma hayalini kaybeden Fransa, BMM ile 21 Ekim 1921’de “Ankara İtilafnamesini(Antlaşmasını) imzalamış ve bugünkü güney sınırımız (Hatay ili hariç) oluşmuştur. Artık tüm gücümüzle Yunanı Anadolu’dan kovmaya sıra gelmiştir. Ancak ordunun güçlendirilmesi ve yeniden teşkilatlandırılması için zamana ihtiyaç vardı. Büyük Taarruzun başlangıcı olan 26 Ağustos 1922 tarihine kadar adım adım hazırlık yapılmıştır. Sürenin uzaması üzerine bazı muhalif milletvekillerinin “Ordu niye bekliyor? Neden taarruz etmiyoruz?” sesleri yükselince Gazi Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına “Telaş etmeyiniz, biz askerliğin gereğini yerine getirelim, siyasilere nasıl olsa bunu anlatırız.” anlamında sözler etmiştir. Nitekim Harp Akademisinde hocası olan 2nci Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa bu taarruz planının riskli olduğunu ve uygulanmamasını istemiştir. Taarruz Prensibine göre hocası haklıdır. Çünkü kuvvet miktarı Yunanlılarla eşit durumdadır. Taarruz eden tarafın en az üç kat fazla kuvveti olması gerekir. Ama eldeki durum buydu ve bir atımlık gücümüz vardı. Onun için düşmanın zayıf tarafı olan Afyon’un güneyinden baskın tarzında taarruz etmek gerekliydi. Sonuçta 26 Ağustos 1922’de başlayan taarruz 09 Eylül 1922’de düşmanın İzmir’de denize dökülmesi ile son bulur.

     Dışişleri Bakanı İsmet Paşa’nın (İnönü) başkanlığındaki heyet 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşmasını imzalayarak bugünkü vatan topraklarımız kazanılmış ve tam bağımsızlığımızı sağlayacak ortam bütün dünyaya ilan edilmiştir. Artık İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin ülkemizi terk etmesi vakti gelmiştir. Nitekim 06 Ekim 1923’te geldikleri gibi gittiler. Ankara 13 Ekim 1923’te Başkent ilan edildi. Sırada Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın maddi mirasını ilan etmek vardı.

     CUMHURİYET’İN İLANI

     Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi öncesi 08 Temmuz 1919 gecesi Çağdaş Türkiye Projesini maddeler halinde Bitlis Valiliği görevinde bulunmuş olan Mazhar Müfit Kansu’ya not ettirerek, saklı kalmak kaydıyla “Zaferden sonra hükümet şekli Cumhuriyet olacaktır.” diye yazdırmıştır. Vatan işgal edilmiş, ülke harap halde, elde kongreyi koruyacak kadar asker var ama Mustafa Kemal Paşanın ileri görüşü ne kadar muhteşem. Esasında bu bir tahmin değil, bu milletin tarih boyunca bağımsız yaşama düşüncesinin tezahürüdür. Çünkü Cumhuriyet, toplumun kendi kararı ve kendi içinden seçtiği temsilcileri aracılığıyla kamunun ortak yararı için kendi kendini yönetmesidir. Bir bakıma cumhuriyetin temel kriteri demokratik olmasıdır. Çünkü adı cumhuriyet ile anılan ancak Federal Cumhuriyet, Halk Cumhuriyeti, İslam Cumhuriyeti gibi cumhuriyet tanımları demokratik bakımından aynı değildir. Bu nedenle Gazi Mustafa Kemal Atatürk bütün konuşmalarında açık bir şekilde anlaşılacağı üzere Cumhuriyetin demokratik parlamenter düzeni işaret ettiğini söyler.

     İstanbul gazetelerinde Cumhuriyet fikri dillendirilmeye başlayınca Halife Abdülmecit Efendinin tepkisine neden olur. Kamuoyu karışmış, basın karışmış, halkın kafası karmakarışık olmuş, gazetecilerin sivri kalemlerini birbirlerine çevirdikleri böylesi bir ortamda, Meclisteki çekişmelerden doğan bir kabine krizi Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya beklediği fırsatı verir. Ali Fethi bey Başbakan olmasına rağmen kendisine ve hükümetine eleştirilerin ardı arkası kesilmez. Meclisteki oylamada hiçbir Bakana da yeterli oy çıkmaz. Bunun üzerine Ali Fethi bey istifa eder ve ordudaki görevine döner. Rauf (Orbay) bey Meclis ikinci Başkanlığına, Sabit Sağıroğlu İçişleri Bakanlığına aday gösterilir ama sorun çözülemeyip hükümet krizi büyür ve 27 Ekim’de Hükümet istifasını verir. Meclisteki guruplar yeni bir kabine oluşturabilmek için yoğun bir çaba içerisine girmelerine rağmen bir sonuç alınamaz.

     Çankaya’da 28 Ekim 1923 akşamı İsmet Paşa, Kazım Özalp, Ali Fethi bey, Ruşen Eşref bey, Fuat Bulca, Kemalettin Sami bey ve Halit beyin katıldığı yemekte konu kabine krizine gelmesi üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” diyor. Konuklar ayrıldıktan sonra İsmet Paşa ile beraber Anayasada yapılması gereken değişiklikleri belirliyorlar. Ertesi gün yani 29 Ekim 1923’te yapılan gurup toplantısında Gazi Mustafa Kemal Paşa “Meclis Hükümet sisteminden Kabine sistemine” geçme gereğini söyler ve hazırlamış olduğu anayasa değişikliği önergesini sunar. Önerge çeşitli tartışmalara neden olur. Bir mebus “Anayasanın değiştirilmesini sonra düşünürüz” derken, diğer biri “Anayasayı biz yapabilir miyiz?” sorusunu sorar. Tartışmalar uzarken Adalet Bakanı Seyit bey ortalığı sakinleştirmek için araya girerek “Önerilen tasarı yeni bir şey değildir. Yürürlükteki Anayasanın açıklanıp saptanmasıdır.” der. Konya Mebusu Eyüp Sabri “Meclisin Anayasayı değiştirme yetkisi apaçıktır.” diye bağırır. Son olarak da Abdurrahman Şeref bey “Kime sorarsanız sorun bu Cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş, varsın gelmesin.” diye konuşur. Oylanan tasarı Anayasa Komisyonunda son şeklini alır.

     Hıncahınç dolu olan Mecliste 29 Ekim 1923 saat 18.00’de Anayasa Komisyonu sözcüsü Celal Nuri elindeki yasa tasarısını başkanlık kürsüsüne sunar. Ruşen Eşref tasarıyı yüksek sesle okur. “Madde 1: Hakimiyet kayıtsız, şartsız Milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. Türkiye Devleti’nin hükümet şekli, Cumhuriyet’tir.” Cumhuriyet sözü duyulur duyulmaz herkes ayağa kalkar. Başkan Vekili İsmet (Eker) bey “Madde hakkında söz isteyen var mı?” diye sorması üzerine salondan hayır sesleri yükselir. “Maddeyi aynen kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın” denmesi üzerine tüm vekillerin elleri kalkar. Kabul edilmiştir.

     Saatler 20.30’u gösterdiğinde bir alkış tufanı salonu doldurur. Yaşasın Cumhuriyet sözleri ve alkış bitmek bilmez. Kürsüye Şair Mehmet Emin (Yurdakul) gelir ve “Arkadaşlar üç kere Yaşasın Cumhuriyet” diye bağıralım şeklindeki çağrıya tüm milletvekilleri uyar. Ankara Kalesi’nden atılan 101 pare top atışı tüm yurda Cumhuriyet’in ilanını ve Gazi Mustafa Kemal Paşanın oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildiğini duyurur.

     CUMHURİYET’İN KIYMETİ VE KAZANIMLARIMIZ

     Cumhuriyetin demokratik bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için birbirini denetleyen kurumların varlığı gerekliydi. Kuvvetler (Yasama, Yargı, Yürütme) birliği değil, kuvvetler ayrılığı esas alınmalıydı. Adım adım bunlar gerçekleştirildi. Yapılan Devrim Yasaları ve bunları destekleyen diğer yasalar yürürlüğe girdi. Artık Türkiye gelişmiş ülkeler nezdinde daha itibarlı hale geldi. Kıt kaynaklarımıza ve Osmanlı Devleti’nden kalan borçlarımıza rağmen vatandaşın ihtiyacı olan fabrikalar açılmaya başlandı. Başta demiryolları olmak üzere ulaştırma ağları genişletildi. Burada isimlerini sayamayacağım miktarda iş yeri açıldı. Büyükelçilikler Ankara’ya taşındı. İngiltere belki Cumhuriyet yıkılır diye Büyükelçiliğini İstanbul’da tutuyordu. Maşa olarak kullandığı Şeyh Sait’in başlattığı isyanın bastırılması üzerine İngiltere de Büyükelçiliğini Ankara’ya aldı. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya yapılan başarısız suikast girişiminden sonra Cumhurbaşkanı’nın “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”sözü Cumhuriyete olan inancını ve sağlam temellere oturtulduğunu ifade etmekteydi.

     Değerli hemşehrilerim, sağlam temellere oturtulan bu rejimi korumak ve yüceltmek hepimizin görevi olmalıdır. Elbette bu güzel ülkemizin varlıklarını çeşitli unsurları kullanarak sömürmek isteyen ülke ve zümreler olabilir. Hatta ilk bakışta bu girişimler bizlere normal de gelebilir. Ama unutmayalım ki dünyada hiçbir rejim kendisini ortadan kaldırmaya yönelik hareketlere ve oluşumlara izin vermez. Bizler de demokratik yollarla bu tür girişimlere müsaade etmemeliyiz.

     Cumhuriyetin demokratik oluşu Türk Milletinin hürriyetçi ve bağımsız yapısına tarihi ve kültürel olarak da uygundur. Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu nitelikleri Cumhuriyetin yaşaması için demokratik ve hukuki yasaları yaparak ve halkın ihtiyaçlarını karşılayarak yerine getirmek ilkesine bağlıdır. Cumhuriyet, saltanat, oligarşi ve her türlü dini, siyasi, sosyal sınıf ve zümreye dayalı yapılardan daima korunmalıdır.

     Cumhuriyetin 100. Yılı kutlu olsun.

     YAŞASIN CUMHURİYET

Seni Gidi Kopyacı :)))